Barış İçin Aktivite
Barış I Eirini I Peace I Aşiti

Tamer Çilingir : Pontos’ta Cumhuriyet Sonrası Asimilasyon Süreci

Yıllarca ‘biz kimiz?’ sorusu ile yaşayan insanlar, bu sorunun yanıtını aradıklarında birçok engelle karşılaşırken ve yanıt alamazken, devletin yüz yıldır süren bu fişlemeyle kimin hangi etnik kimlikten geldiğini bildiğini öğreniyoruz.

0 22

 

Pontos’ta izlenen bilinçli politikaların yanında, tarihsel toplumsal bazı gelişmeler de asimilasyon süreci üzerinde ciddi anlamda etkili olmuştur. Yani asimilasyonun tek nedeni izlenen politikalar değildir. Bunların yanı sıra doğrudan politik olmayan, ekonomik, kültürel gelişmeler, teknolojik ilerleme, büyük şehirlere göç gibi bazı unsurlar da asimilasyon sürecine önemli etkiler yapmıştır. Öncelikle belirtmek gerekir ki Pontos 1895, 1915, 1919 ve mübadeleyle birlikte Hristiyan Rum ve Ermeni nüfustan büyük ölçüde arındırılmıştı. Asimilasyon geriye kalan Müslümanlaşmış halkları hedef alıyordu.

1936 yılında Ekonomi Bakanı, iki yıl sonrasının da başbakanı olacak Celal Bayar ’Tasarruf ve Türk Haftası’ sebebiyle radyoda verdiği bir demeçte şöyle diyecektir: ’’Türkiye Türklerindir demek, milli varlıklara sahip olmak demektir. Tasarruf telakkisi ve medeni olgunluk seviyesi arasında münasebet vardır. Milli şuur, milli sanayi, milli tasarruf arasında kesin bir münasebet vardır. Arkadaşlar! Türkiye Türklerindir; Türklere ait kalacaktır, diyoruz. Memleketin bir koloni gibi şunun bunun hesabına şunun bunun tarafından değil, kendi hesabımıza, kendi evimiz olarak imarı, kalkınması Kemalist (CHP’nin 1935 Mayıs kongresinden kabul edilen tanımlama) davanın temelidir.’’[1]

Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ise 5 Şubat 1937’deki TBMM Teşkilat-ı Esasiye ‘de değişiklik hakkındaki oturumda yaptığı konuşmasında şunları söyleyecektir: “Sayın arkadaşlar. Tarihin seyrini değiştirdik ve Türk’e atfedilen menhus tarih bir defa daha yenildi. Eğer biz Atatürk Türkleri, kurtarılmış olmak itibari ile Türklere yüksek medeni vasıflarını tekrar iade etmiş olmak itibari ile Atatürk’e şükran hissediyorsak, bunun ifadesini kurduğu prensipleri sadakati ile feragatle ve samimiyetle takipte aramak icap eder. Hiçbir din kendisini müdafaa için Türkler kadar azimkar, Türkler kadar fedakar bir millet bulamamıştır. Eğer dünyada İslamiyet yaşıyorsa 12 asırdan beri kendisini müdafaa eden Türklerin kanına ve kafasına medyundur.’’[2]

 

Tabiiyet şubesi

1905’lerin ünlü İttihatçı bürokratı ve 1930’ların CHF’li vekili (bugünkü Cumhuriyet Halk Partisi) Şükrü Kaya, 1930 yılı bütçesi hakkında yaptığı konuşmada mübadeleyle ilgili bilgiler verirken, bugüne de ışık tutacak bir itirafta bulunur: “Vatan haricinde kalan ırkların, onların tebayyi nazarı itibare alarak memleketin iklimi ile münasip yerlerle yerleştirmek vazifesi de iskan dairesindedir. Mübadele bitmiş olsa iskanın bu cihetleri devam edecektir. İskanı nüfusla beraber birleştirerek nüfus, iskan ve tabiiyet meselesini bir Müdüriyeti Umumiye altında topladık. Bunun için her üç şubenin (yani nüfus, iskan ve tabiiyet şubeleri) hedefinin ve sahai iştigalini birleştirerek vilayetlerdeki teşkilatı da bugün meşgul olacağı işlerle uygun bir dereceye indirdik…”[3] Burada söz edilen Tabiiyet Şubeleri, insanların ırkına göre kaydının tutulduğu itirafıdır.

 

Rumlar 1, Ermeniler 2, Yahudiler 3

2013 yılında Agos ve Radikal gazetelerinde çıkan bir haber yüz yıl öncesine dayanan bu kayıtların hala devam ettiğini gösteriyordu: “Ailenin avukatı İsmail Cem Halavurt, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvurup, çocuğun Ermeni anaokuluna kaydının önünde engel olmadığına dair resmi yazı istedi. Talebi değerlendiren İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Ahmet Molak, avukat Halavurt’a Şişli İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvurması gerektiğini söyledi. Molak, başvuru sırasında Halavurt’un Şişli’ye sunması için bir resmi yazı yazdı. Ve bu yazıda, Ermeniler için ‘Soy kodu 2’ ifadesinin yer aldığı ortaya çıktı. Yazıda, şöyle deniyor:
‘Söz konusu okullara kayıt olacak öğrencinin velisinin mahkeme kararı ile din, isim, mezhep değiştirip değiştirmediğinin bilinmesi, 1923 yılından bu yana ‘Vukuatlı’ nüfus kayıtlarının gizli soy kodunun da (nüfus kayıt örneğinde Ermeni vatandaşlarımızın soy kodu 2’dir) çıkartılması gerektiğinden, öğrencinin velisinin ilgili nüfus ve vatandaşlık müdürlüğünden nüfus kayıt örneğinde gizli soy kodunun 2 olması halinde kaydının yapılabileceği…’
Radikal’in aradığı bir nüfus yetkilisi, ‘soy kodu’ uygulamasının Lozan’da azınlık statüsü tanınan Rum, Ermeni ve Yahudiler için söz konusu olduğunu, Rumlara 1, Ermenilere 2, Yahudilere de 3 kodunun verildiğini söyledi. Yetkili, soy kodunun Lozan Antlaşması’yla tanınmış haklardan yararlanacak o azınlık grubuna mensup yurttaşları ayırt etmek için kullanıldığını savunuyor. Örneğin ‘2’ koduyla kaydedilmeyen birinin Ermeni okuluna kayıt yaptıramayacağını vurguluyor. Yetkili, kodların başka amaçla kullanılıp kullanılmadığı hakkında bilgi sahibi olmadığını, üç grup dışındaki topluluklara kod verilmediğini söylüyor.’’[4]

Bu durumun Pontoslu ve Küçük Asya Rumları açısından da aynı olduğu açıktır. Bu durumda devletin bildiğinin halktan gizlendiğini bir kez daha belgelemiş oluyoruz. Yıllarca ‘biz kimiz?’ sorusu ile yaşayan insanlar, bu sorunun yanıtını aradıklarında birçok engelle karşılaşırken ve yanıt alamazken, devletin yüz yıldır süren bu fişlemeyle kimin hangi etnik kimlikten geldiğini bildiğini öğreniyoruz.

 

Atatürk Köşkü

Trabzon’da Rum Konstantin Kabayanidis’a ait köşk, Atatürk Köşkü adı verilerek Mustafa Kemal’in kişisel varlığı ilan edilir. Yine Trabzon’da 1912 yılında Rumlar tarafından yaptırılan Opera binası 1925 yılında Sümer sinemasına çevrilir. 1956 yılında ise at arabalarının geçişini engellediği gerekçesi ile yıkılır.

“Vatandaş, Türkçe konuş!”

Devletin dil operasyonu, önce ‘anadilini unut, Türkçe konuş’ ile başladı ve ardından ‘ismini, sokağın ve apartmanın adını değiştir’e kadar gitti. Aslında yapılan kimliğin bastırılması ve zamanla silinmesini kapsayan bütünlüklü bir operasyondur. O kadar ki 1930’lu yıllarda çarşı pazarı satılan ürünler ve fiyat açısından denetleyen zabıtaya, vatandaşın sokakta Türkçe konuşmasını denetlemesi ve konuşmayana para cezası kesmesi görevi de verildi. 1930’larda dil operasyonuyla ilgili Cumhuriyet gazetesinin haberleri aşağıda. O yıllara ait haber dilini değiştirmedim.

 

Türkçe tabelaya az vergi
İstanbul Belediyesi, gayrı Türkçe lisanla yazılı tabela ve levhalardan, Türkçe bir tabela ve levha için alınan vergiden 4 misli daha fazla alınması kararını 10 misline çıkardı. [5]

 

Hamala Türkçe sınav

İstanbul Belediye İktisat Müdüriyeti, Anadolu’dan iş bulmak amacıyla İstanbul’a gelen birçok kimsenin hamallık yapmak istediğini ama bunlardan çoğunun Türkçe bilmediğini ve bu durumda olanların yani Türkçe bilmeyenlerin hamallık yapmasının men edileceğini bildirdi.[6]

 

‘Zerzavatçı Türkçe bağır’

‘Türkçe konuş’ kampanyası ‘Türkçe bağıra’ dönüştü. İstanbul Belediyesi, yaşadığı mahallelerde kendi anadiliyle bağırarak satış yapanlar hakkında zabıtaya gönderdiği tebligatta, Türkçe yerine Rumca bağırmanın şiddetle yasaklanmasını istedi.[7]

 

Trabzon Opera Binası

 

Binaların, kiliselerin yıkılması, el değiştirmesi

Asimilasyon sürecinin etkili bir başka ayağı da mekan gaspıyla ifade edilebilir. Örneğin, Trabzon’da Rum Konstantin Kabayanidis’a ait köşk, Atatürk Köşkü adı verilerek Mustafa Kemal’in kişisel varlığı ilan edilir. Yine Trabzon’da 1912 yılında Rumlar tarafından yaptırılan Opera binası 1925 yılında Sümer sinemasına çevrilir. 1956 yılında ise at arabalarının geçişini engellediği gerekçesi ile yıkılır. Sinop’tan Rize’ye kadar yüzlerce kilise yıkılır. Rum okulları Türkçe isimler verilerek kullanılır. Aralarında hastanelerin de bulunduğu tarihi binaların birçoğu askeri kışla haline getirilir.

Rize’ de 105, Trabzon’ da 390, Giresun’da 167, Ordu’da 134, Samsun’da 185 Gümüşhane’ de 343, Tokat’ta 245 köy adı değiştirilmiştir. Bu adların çok büyük bölümü Türkçe olmayan yer adlarıdır. Örneğin Rize ve Trabzon’da değiştirilen isimlerin yalnızca 20 tanesi Türkçedir. Geriye kalanlar Rumca oldukları için değiştirilmişlerdir.

Yer adlarının değiştirilmesi
Asimilasyon politikalarının en açık örneklerinden biri de yer adlarının değiştirilmesine ilişkin uygulamalardı. Bu uygulamalar bir yandan belleğin silinmesini sağlarken bir yandan da yeni kimliğin edinilmesinin sembolik simgeleri gibiydi. Yer adlarının değiştirilmesi uygulamalarının temel hedeflerinden biri hem yaygınlık hem de öncelik bakımından Pontos olmuştur.
1940 yılında İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı 8589 sayılı genelgeyle değiştirmeler başlamıştır. Bu genelgeyle valilikler tarafından dosyalar oluşturulmuş ve sistematik olarak yer adları değiştirilmeye başlanmıştır. Daha sonra 1949 da 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu ile yer adlarının değiştirilmesi işlemleri yasal bir dayanağa kavuşmuş, ardından 1957 yılında da bir “Ad Değiştirme İhtisas Kurulu” kurulmuştur. Söz konusu bu kurulun çalışmaları, çeşitli kesintiler olmakla birlikte 1978 yılında “tarihi değeri olan yer adlarının da” değiştirildiği gerekçesiyle son verilinceye kadar sürmüştür. Kurul çalışmaları beş yıllık bir aranın ardından, 1983 yılında yayınlanan bir yönetmelik uyarınca yeniden başlamıştır.
Rize’ de 105, Trabzon’ da 390, Giresun’da 167, Ordu’da 134, Samsun’da 185 Gümüşhane’ de 343, Tokat’ta 245 köy adı değiştirilmiştir. Bu adların çok büyük bölümü Türkçe olmayan yer adlarıdır. Örneğin Rize ve Trabzon’da değiştirilen isimlerin yalnızca 20 tanesi Türkçedir. Geriye kalanlar Rumca oldukları için değiştirilmişlerdir.
Yer adlarının değiştirilmesi politikası Müslüman ortak kimliğe yapılan vurgunun yalnızca araçsal bir söylem olduğunun ve asla gerçek politikaları yansıtmadığının en açık kanıtlarından birini oluşturmaktadır. Zira bu yer adlarını kullanan insanlar Müslümanlaşmış halklara mensuptur. Ancak bu dilleri kullanmaya devam etmektedirler. Dolayısıyla bu politikalarla hedeflenenin bölgenin Türkleştirilmesi olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Seksenli yıllarda büyüyenler bilirler. Yetmişli yılların solcu ağabeyleri ve ablaları birçoğumuza “Hemşince, Lazca, Rumca, Gürcüce vb. konuşmayın diliniz bozulur! Okulda zorlanırsınız” demiştir. Çünkü bu diller köylülüğe ait folklorik unsurlardır. Modern ve ilerici olan ise Türkçedir. Dolayısıyla bu sol anlayışın da asimilasyon üzerinde önemli etkisi olduğu söylenebilir.

Karadeniz(!) müziği
İstanbul Belediye Konservatuarı (bugün İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı) öğretim üyelerinden bir grup 1926 yılından başlayarak cumhuriyet kadrolarının talimatıyla çeşitli geziler düzenler. Bu gezilerin dördüncüsü ise Karadeniz’i kapsar. Sinop, Giresun, Trabzon, Rize, Gümüşhane, Bayburt illerini kapsayan bu gezi sırasında yaptıkları iş, şarkıları notalara döküp kayıt altına almaktır.

1967 yılında ise bu kez TRT tarafından aynı amaçla Karadeniz’e gönderilen bir ekip, ezgileri bant kaydı haline getirir. Bu gezilerde derlenen ezgilerden bir kısmı sözlerinden koparılmış, yeni ve Türkçe sözler yazılarak asimilasyonun birer aracı haline getirilmiştir. Ermenice ve Rumca birçok şarkı kayıt altına alındıktan sonra sıra bu şarkılara Türkçe söz yazmaya gelir. Yani şarkıları Türkçeye tercüme etmek de değil, tam tersine yeni şarkı sözleri yazılacak ve böylece şarkılar da Türkçeleştirilecektir. Bir diğer ifadeyle türküleştirilecektir ve tabi bu şarkılara artık ‘Türk Halk Müziği’ adı verilecektir. Halk bildiği, tanıdığı bu ezgileri bu kez Türkçe sözlerle dinlemek zorunda kalmıştır. Aynı durum, Lazca ve Hemşince şarkıların da başına gelmiştir. Ama burada çarpıcı bir başka nokta ise Karadenizlilik adına yer yer melodik farklılıkların, bütünüyle de dilsel farklılıkların Türkçe ile ortadan kaldırıldığı yeni bir müzik yaratılmasıdır; Karadeniz(!) Müziği. Dolayısıyla artık Rum müziği, Laz müziği, Ermeni (Hemşin) müziği yoktur; Karadeniz müziği vardır. Oysa Rum müziğinde belirgin olan enstrüman kemençe iken Laz müziğinde tulum göze çarpıyor. Yine kaval ve davul Rum şarkılarının yanı sıra Laz şarkılarında da öne çıkıyor. Batıya Samsun’a doğru gidildiğinde ise bir başka enstrüman, zurnayı görüyoruz. Halk oyunları da birbirlerinden farklıdır üstelik. Ama batısından doğusuna tüm illerdeki kültürel ve etnik farklılıklardan kaynaklanan müzik çeşitliliği yok sayılarak, yok edilmeye çalışılarak bir ”Karadeniz” müziği(!) dayatılıyordu. Kuşkusuz Karadeniz halkları birbirlerinin müziğini dinliyor ve bu ezgileri kendilerine yakın buluyorlardı. Ancak sorun bu ezgilerin dillerinden koparılarak kendilerine sunulmasındaydı. Bu arada halk oyunları ekiplerinin giysilerinde Türk bayrağı arması takılması da zorunlu kılınmıştı.

 

Asimilasyon, modernizm ve sol
Türkiye’de solun Kemalizm’le ve genel olarak modernizmle ilişkisi hep tartışılagelmiştir. Solun büyük bölümüyle, son yıllarda gerileyen bir eğilim olmakla birlikte, Türk uluslaşma sürecini büyük ölçüde Kemalizm’in ideolojik çerçevesinde değerlendirdiğini söylemek yanlış olmaz. Sol üzerindeki Kemalist etki iki alanda özellikle belirgindir: Birincisi Kurtuluş Savaşı ve anti-emperyalist söylem. İkincisi modernleşme söylemi.
Modernleşme söyleminin etkileri büyük ölçüde eğitim üzerinden takip edilebilir. Sol, büyük oranda Kemalizm ‘in modernleşme projesini paylaşıyordu. Bunu köy enstitüleri ve halk evleri gibi kurumlara bakış açısından da çıkarabiliriz. Bu kurumlar solun büyük bölümü için birer aydınlanma kurumuydular. Köylere kadar uzanan aklın ve bilimin ışığıydılar. Bu belli ölçüde doğrudur da. Bu kurumlar toplumsal gelişim açısından önemli işlevler görmüşlerdir. Ama gördükleri işlevlerden biri, belki de en önemlisi asimilasyondur. Taşıdıkları modern değerler aynı zamanda Türk uluslaşmasının, yani bütün Türkiye’yi Türkleştirmenin değerleridir. İnsanlar köylü, Müslüman, Rum, Laz, Hemşinli, Gürcü vb. olmaktan, modern laik Türk’e dönüşmüşlerdir. Elbette kendilerine hala Rum, Laz, Gürcü, Hemşinli demektedirler ancak bu kimlikler artık yaşayan değil, kökene ait unsurlardır ve en fazla mozaiğe renk katabilirler.

Seksenli yıllarda büyüyenler bilirler. Yetmişli yılların solcu ağabeyleri ve ablaları birçoğumuza “Hemşince, Lazca, Rumca, Gürcüce vb. konuşmayın diliniz bozulur! Okulda zorlanırsınız” demiştir. Çünkü bu diller köylülüğe ait folklorik unsurlardır. Modern ve ilerici olan ise Türkçedir. Dolayısıyla bu sol anlayışın da asimilasyon üzerinde önemli etkisi olduğu söylenebilir.
Solun mücadelesini toplumsal mücadele olarak tanımlaması ve etnik kimlik farklılıklarını bu mücadele açısından olumsuzluk yaratan bir etki olarak görmesi de asimilasyonu hızlandıran bir unsur olmuştur. Yazık ki sol uzun süre kimlik taleplerini toplumsal mücadele taleplerinin gerçekleştiği belirsiz bir geleceğe erteleme eğilimi taşımıştır.
Dipnot ve Kaynakça

[1] Cumhuriyet Gazetesi, 19.12. 1936, Sayfa 1,8 / CHP Programı, Ulus Basımevi, Ankara, Sayfa 2

[2] Cumhuriyet Gazetesi, 6.02. 1937, Sayfa 1,6

[3] Şükrü Kaya, Sözleri-Yazıları, 1927-1937, Birinci Kitap, Toplayan: Ekrem Ergüven, Dahiliye Hukuk Müşaviri, Cumhuriyet Matbaası İstanbul-1957, Sayfa:66

[4] Radikal Gazetesi, Ağustos 2013

[5] Cumhuriyet Gazetesi, 19 Mayıs 1929, Sayfa:2

[6] Cumhuriyet Gazetesi, 16 Ocak 1932, Sayfa:4

[7] Cumhuriyet Gazetesi, 19 Mayıs 1929, Sayfa:2

 

Kaynak