Barış İçin Aktivite
Barış I Eirini I Peace I Aşiti

BÜYÜK SMYRNA YANGININI KİM ÇIKARDI ?

Hale Bierstadt The Great Betrayal (Büyük İhanet) isimli kitabında Smyrna yangını için“Gerçeklerin kendileri bize neyi gösteriyor?. Yangın Ermeni Türklerin ise bunu yapmakta bir nedenleri var. Dört gündür kentte sürmekte olan yağma, tecavüz ve katliamların izlerini tamamen yok etmek. Ve dahası, onlara göre Hıristiyanlığın Anadolu’da bulunan bu merkezinin silinmesi, kılıç ve ateşle yok edilip bitirilmesi gerekmektedir. Öyle de yapılmıştır. Smyrna’yı kimin ve neden dolayı yaktığında en ufak bir şüphe yoktur ve hiç olmamıştır. Bütün deliller Türklerin sorumluluğuna işaret etmektedir”. diyordu

0 129

Yannis Vasilis Yaylalı

Şimdilerde Kürtler daha çok buna maruz kalıyor ama biz Helenler ve diğer Hıristiyan halklar geçmişte Osmanlının, İttihatçıların ve nihayetinde içerisinde yaşadığımız Cumhuriyetin kurucularının bize yaptıklarını kanıtlamakla uğraşıyoruz. Tüm ayrıntıları bir kenara bırakırsak bize yapılanların asıl nedeni yani asıl mesele aslında bu topraklarla kadim bağları olmayan bir halk olan Türkler için mücadele ettiğini söyleyenlerin zorbalıkla içerisinde yaşadığımız coğrafyanın Türkleştirilme çabasıdır

Elbette meşruiyeti olmayan hiçbir şey yapılamaz, kim olursa olsun önce halk meşruiyeti sağlanması lazım, bu da egemen ulus olan Türk halkının bilincinin manipüle edilmesiyle olanaklıdır. Bu da yapılan bu soykırım, pogrom, katliam ve tehciri kabul edecek şekilde yalanlar üretmeyi gerektirir ve yapmak istediğiniz şeyi zamana yayarak yapmayı planlamışsanız beyin yıkama operasyonunu da geniş bir zamana yayarak yaparsınız. Bugün o yüzden yüzleşme için çaba sarf edenlerin işi hiç kolay değildir. Hatta tam bu politikalar hala devam ediyorsa işiniz hiç kolay değildir.

Mesela daha yakın bir zamanda 6-7 Eylül 1955’de İstanbul’da yaşanan Pogrom ile ilgili Özel Harp Dairesi (ÖHD) başkanı, Genelkurmay İstihbarat başkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulunda üst düzey görevlerde bulunmuş emekli Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun gazeteci Fatih Güllapoğlu’na söylediklerini size hatırlatmak isterim:

Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? (…) Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al…

-Pardon Paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı?

-Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?

-E, evet Paşam!”(“Türk Gladio’su İçin Bazı İpuçları,” Tempo Dergisi, S. 24, 9-15 Haziran 1991)

Peki bu ve benzeri bir sürü itiraf olsa da o süreçle yüzleşebildik mi.?  Uyduruk bir yargılamanın dışında herhangi bir şey hatırlayan var mı.? Bu ülkenin siyasi partilerinin 6-7 Eylül 55 ile ilgili verdiği ve vermediği mesajlarından da bu sürece nasıl baktıklarını anlarsınız lütfen bu tarihler ile ilgili arama motorlarından o günler ile ilgili mesajlara bakarsanız ne dediğimi anlarsınız. Elbette toplumun verdiği tepkilerde zaten bu lider ya da partililerin verdiği mesajlar ile paralellik içerir, ya da tam tersi de olabilir.

Gördüğünüz gibi pogromun olduğu dönemde de üzerinden 66 yıl geçse de bugün de bu durum ile ilgili yüzleşme söz konusu değil bu da toplumun hala benzeri bir çizgiyi sürdürdüğünü gösteriyor. Hala toplumun çoğunluğu o gün yapılanları doğru buluyor. Elbette oradaki olayların fakirlerin bir kalkışması gibi bir durum olmadığını dün de bugün de herkes biliyor, Kıbrıs sorunu sadece provokasyon için gerekliydi, asıl hedef Türk olmayanların varlığından kurtulma operasyonuydu. Hal böyle olunca toplum da dahil tüm siyasiler 6-7 Eylül pogromunun yıldönümlerini suskunlukla geçiştiriyorlar. Smyrna yangını ya da kundaklamasına değinmeden öncesinde biraz daha yakın bir zamanı ve toplumun hangi ruh halinde olduğunu göstermek istedim. Şimdi tanıklarıyla o dönemde neler yaşanmış biraz aktarmak istiyorum

Smyrna yanmadan önce

Yunanistan ordusunun geri çekilmesinin ardından ve korumasız olan Smyrna Türklerin eline geçti. Türk ordusu gelmeden önce “Smyrna kenti Osmanlı İmparatorluğu içindeki başka hiçbir kente benzemezdi. Ilıman iklimi, verimli hinterlandı oradaki en fakir köylünün bile en azından yeterinden fazla meyve, ekmek ve peynire sahip olmasını sağlardı. Kent mimoza, zakkum ve badem ağaçlarının hoş kokularıyla sırılsıklam bir bölgenin kalbinde yer almaktaydı. Türk, Musevi, Yunan, Ermeni ve Avrupalılardan oluşan nüfusun bu ihraç limanından olan ticareti İstanbul (Konstantinopl’dan) bile daha fazla idi. Farklı etnisiteler her ne kadar kendilerine ait bölgelerde yaşasalar da ana caddelerde hep birbirine karıştıklarından yerel kıyafetlerin göz kamaştırıcı çeşitliliğiyle bir Avrupalının kendini sürekli bir maskeli baloda yaşar gibi hissetmesine yol açmaktaydı….Smyrna halkı dans, kumar ve güzel kadınlarıyla ünlüydü. Çoğu üç dört dili konuşurdu. Kulüpleri, restoranları, yüzen evleri, çay dansları, golf ve at yarışı hipodromları bulunuyordu. Yine de kent dün ile yarının tuhaf bir karmaşası halinde kalmıştı. Kentin bir ucunda düzenli bahçeleri, Amerikan okulları, onları yapan dolar destekli YMCA ve YWCA ile – Paradiso adı verilen – Amerikan kolonisi yer almakta idi. Bir Amerikalı okul müdürünün eşi ülkesine yazdığı mektupta şöyle diyordu. Burası gerçek Amerika’nın Smyrna’ya kurulmuş bir küçük köşesi gibi…. Kentin kederli bir geçmişi vardı. En eski günlerinden itibaren Yunan efsanelerinin beşiği, ve kentin yerlisi Homer’in Odyssey isimli eserine ilham kaynağı olmuştu. Romalıların ele geçirdiklerinde Asya’daki en iyi şehir olarak tanımladıkları bu yer defalarca yıkıldı. Depremlerle, Pers ordusu tarafından, onbeşinci yüzyılın başında da Timurlenk tarafından yakılmış, yıkılmıştı. Son olarak da 1424 yılında Yunanlı ve Ermeniler ana babalarının 1500 yıldan beri yaşadıkları bu topraklarda Osmanlıların gönülsüz köleleri haline gelmişlerdi.”¹

Smyrna’nın imhası

Failler ile ilgili daha fazla bilgi paylaşmadan önce M Kemal ve dava arkadaşlarının bu coğrafyanın geçmişiyle ilgili, geçmişte buraların sahipleriyle ilgili tutum ve fikirlerini ele verecek bazı alıntıları da sizlerle paylaşmak istiyorum. Aslında bu tutum ve fikirlerin nelere yol açabileceğini daha iyi göreceksiniz. Smyrna’nin yok edilmesinde elbete aşağıda aktaracağım gibi başka nedenler de olacak ama Pontos’ta Helen halkına soykırım devam ederken Topal Osman ile karşılaşan Dr. Rıza Nur arasında şu konuşmaya dikkat edin ki, bu bize aslında Türklük adına mücadele yürütenlerin yüz elli yıllık serüvenini de özetleyen kodlamaları da aktarmış olacaktır

Dr Rıza Nur ile Topal Osman arasında geçen diyalog aynen şöyledir;

“– Bu gâvurlardan hayır yoktur. Ben bu işleri iyi yapıyorum diye yapıyorum. Kötü ise iyisini söyleyin. Derhal öyle yaparım. Ben cahil bir adamım. Yalnız bir gayretim var; Türküm, Müslümanım. Evet, Türk’ü, dini gavurlardan kurtarmak için çalışıyorum. Başımı bu yola koydum

– Osman Ağa’nın bu sözü bana çok te’sir etti. Pek sevdim. Hem dindar, hem Türkçü. İkisi birden bu cahil adamda, mükemmel şey. Sonra bilfiil büyük bir cesaretle harpler ediyor. Yanıma çağırıp oturttum ve kendisine;

Ağa! Sen Ferid Bey’e, bilmem kime bakma! Yaptığın yanlış değil. Tamamıyla doğrudur. Haklısın, vatana büyük hizmetler etmişsin. Bildiğin yolda devam et! Dedim.

– Ya bunlar sonra bir şey yaparsa?, dedi.

– Ben senin tarafındayım. Korkma! Dedim.

– Ağa, Pontus’u iyi temizle, dedim.

– Temizliyorum, dedi.

– Rum köylerinde taş taş üstüne bırakma, dedim.

– Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum, dedi.

– Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı, diyemesinler dedim.

– Sahi öyle yapayım. Bu kadar akıl edemedim, dedi. ”²

Sakallı Nurettin Paşa ve Türk olmayanlara karşı yaklaşımı söyledir;

“Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır”

Nurettin Paşa Merkez Ordusu komutanı olarak Pontos soykırımında kurmay düzeyinde görev alan askerlerden biridir. Nurettin Paşa asılında tam bir suç makinasıdır ama sadece durumu anlamak açısından BMM’nin açtığı bir soruşturma konusunda Serdar Korucu’ya kulak verelim  “Nihayetinde, hakkında “Koçgiri, Samsun ve sair yerlerde gayri mesul kuvvetler kullanmak, Pontusçu bir Rum’dan rüşvet almak, Rum sevki sırasında herkesin gözü önünde yağmacılık yaptırmak ve Pontusçuların dağlara çıkmasına meydan vererek, İslamları zarara uğratmak” suçlamaları olan Nurettin Paşa’nın görevine; Koçgiri İsyanı’na katılanları müzakereye açık olmalarına rağmen Topal Osman’a katlettirilmesi ve Samsun’un ileri gelenlerine seyahat yasağı getirmesi sebebiyle Kasım 1921 tarihinde son verildi. Nurettin Paşa, aynı zamanda yargılanmak için Ankara’ya çağrılırken, 22 Kasım 1921 tarihinde hakkındaki iddialara cevap verdiği telgraflar Meclis’te okundu. Nurettin Paşa, kendisine verilen yetkiler doğrultusunda hareket ettiğini ve suçlu olmadığını vurgularken, Samsun’da tuttuğu şehrin ileri gelenlerini “Rumlarla iş tutmak ve Yunanistan lehine propaganda yapmak”la suçladı. Ayrıca, Nurettin Paşa, 30 Aralık 1921 ve 3 Ocak 1922 tarihli iki savunma yollayacak ve bunlar, 17 Ocak 1922 tarihinde Meclis’te yargılanmasının tartışıldığı celsede okunacaktı. Celse zaptına ‘bulunamadığı’ notu düşülen söz konusu savunma, daha sonra Mustafa Balcıoğlu tarafından Meclis Arşivi’nde bulundu ve yayınlandı. Paşa, Samsun’dan tehcir edilen kafileleri bölgedeki silahlı Rum grupların öldürdüğünü belirtiyor ve kanuna aykırı olarak kadınları tehcir etmesiyle ilgili şunu söylüyordu: “Bütün Rumlarda bir devlet mefkuresi vardır. Fikrimizce, memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır.” Nurettin Paşa’nın yargılanması, 16 ve 17 Ocak 1922’de Meclis’te tartışılsa da, Mustafa Kemal Paşa’nın ısrarlı çabası Meclis’i bu karardan vazgeçirdi.” ³

Mustafa Kemal’in Türk olmayanlara bakış açısı ise şöyle

16 Mart 1923’te, Mustafa Kemal Adana’da esnafa yaptığı konuşmada “Memleket en sonunda yine gerçek sahiplerinin elinde karar kıldı. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir” dedi.

Kısacası kendilerinden önceki İttihatçılar ile bakış açıları aynıdır, tek farkları ise Mustafa Kemal ve Arkadaşlarının Turan aşkı Osmanlı’ dan sonra kalan bu küçücük coğrafyaya sıkışmıştır, o yüzden bu coğrafyanın baştan Türk olmayanlardan arındırılması gerekiyordu

Mustafa Kemal ve ordusu İzmir’e girdiğinde Yunan ordusu çoktan Smyrna’dan ayrılmıştı ama o günlerde de liman  “uçsuz bucaksız ..teknelerle öyle tıklım tıkış doluydu ki bir gemiden diğerine atlayarak limanın bir ucundan bir ucuna gidilebilirdi. Mütevazi yük gemileri, azametli yolcu vapurları, çarpan her dalga ile sallanan Levanten kayıkları ile yan yana dizilmişti. Arkalarında ise dünyanın dört büyük deniz gücüne ait bahriye kuvvetleri bulunuyordu. İki İngiliz savaş gemisi, üç kruvazör ve altı destroyer ile korunmaktaydı. Üç Amerikan destroyeri, üç Fransız kruvazörü ve iki destroyeri, bir İtalyan kruvazörü ve destroyeri.”  yani toplamda 21 savaş gemisi İzmir açıklarında bekliyordu. Sözde tarafsızlık ilkesine uymak yerine hareket etselerdi belki bu pogrom hiç gerçekleşmeyebilirdi. Onların öncelikli tutumu kendi vatandaşlarını korumaktı, gerisi içinde tarafsızlık antlaşması gereği hiçbir şey yapmamaktı. Mustafa Kemal 10 Eylül’de İzmir’e geldi ve aynı günün akşamı da bir genelge yayınlayarak savaşçı olmayan herhangi birine saldırılırsa idam ile yargılanacağını duyurmuştu. Elbette bu sadece bir uluslararası kamuoyunu manipüle etmek için hazırlanmış bir genelgeydi

Smyrna’nın yağmalanması ve yangını


Reuters ajansının tarihi belgelerinin koleksiyonu olan British Pathé’den bir film

Büyük Smyrna yangını “İster bazı kaynakların iddia ettiği gibi Rum mahallesinden ister daha sonra pek çok kaynağın ittifak edeceği gibi Ermeni mahallesinden çıksın, 13 Eylül’de aslında pek çok noktadan birden başlayan yangın, o ana kadar denizden esen hâkim rüzgâr imbatın yerini, güney-güneydoğu yönünden esen rüzgârın almasıyla 14 Eylül’de batıya doğru yayılmıştı. Yangın 15 Eylül’de kontrol altına alındı ama ancak 18 Eylül’de söndürülebildi. 23 Eylül günü Hisar Camii arkasında yeni bir yangın başladı. Şehrin tekrar güvenli hale gelmesi 30 Eylül’ü bulacaktı. Bu tarihe kadar Ermeni, Rum mahalleleri tamamen, Avrupalıların yaşadığı Frenk mahallesi ise kısmen yanmıştı. Muhtemelen 15 Eylül’de rüzgârın tekrar imbata dönmesi sayesinde Türk ve Yahudi mahalleleri zarar görmemişti. Yangında yaklaşık 2,6 milyon metrekarelik bir alan, 25 bin ev, işyeri, kilise, hastane, fabrika, depo, otel ve lokanta yok oldu. Türk ordularının önünden İzmir’e doğru sürülen Rum ve Ermeni sayısının İzmir’de yaşayanlarla birlikte 500 bine yakın olduğu, bunların ancak 320 bininin gemilerle tahliye edilebildiği, geri kalan 180 bin kişinin yangın sırasında çeşitli biçimlerde yaşamını yitirdiğini ileri süren kaynaklara göre, şehir gayrimüslim ahalisinden bir anlamda kendiliğinden ‘kurtulmuştu.”

Böylesi ekonomik anlamda da artı değer üreten bir kent Yunan ordusu ile çatışma koşulları da yokken neden yakılıp nerdeyse komple imha edildi. Bu duruma ABD Acil Durum Komitesi yetkili genel sekreteri Edward Hale Bierstadt The Great Betrayal (Büyük İhanet) isimli bir de kitap ile cevap vermişti .Büyük İzmir yangını ile ilgili  Kitap “Gerçeklerin kendileri bize neyi gösteriyor?. Yangın Ermeni mahallesinin güney kenarı boyunca dört noktada birden hemen hemen ayni anda başlamıştır. Bölgede hakim olan rüzgarın (imbat) yönü güney batıdan güney doğu istikametinde olup bir saat muntazamlığıyla öğleyin veya saat ikiden gün batımına kadar sürmektedir. Bu bilindiğinden, yangının başladığı noktada öğleyin başlatılacak bir yangının kendi mahallelerini tamamen kül edeceğini, kentin en fakir bölgeleri olan Musevilere ve Türklere ait mahallelere ise hiç dokunmayacağını Rum ve Ermeniler zaten bilebilirlerdi. Rumlar ve Ermeniler böyle bir durumda ileride bir gün geri dönebilmeyi umdukları kendi mahallelerini niye yaksınlar?. Türklerin ise bunu yapmakta bir nedenleri var. Dört gündür kentte sürmekte olan yağma, tecavüz ve katliamların izlerini tamamen yok etmek. Ve dahası, onlara göre Hıristiyanlığın Anadolu’da bulunan bu merkezinin silinmesi, kılıç ve ateşle yok edilip bitirilmesi gerekmektedir. Öyle de yapılmıştır. Smyrna’yı kimin ve neden dolayı yaktığında en ufak bir şüphe yoktur ve hiç olmamıştır. Bütün deliller Türklerin sorumluluğuna işaret etmektedir”. diyordu.

Nurettin Paşa ve Piskopos Kriostomos’in infazı

Daha önce de birçok savaş suçu işlemiş olan Nurettin Paşa elbette İzmir’de de başroldeydi. Mustafa Kemal Paşa daha önce de olduğu gibi birçok pis işini sevmediği ama hep koruduğu bu komutanına yaptırırdı. O gün “Nurettin Paşa Yunan Piskopos Krisostomos’u çağırtıyor. Piskopos odaya girdiğinde ona bir dosya gösterip, suratına tükürüyor ve kendisinin Ankara’da bir mahkeme tarafından ölüme mahkum edildiğini bildiriyor. Geriye sadece senin hakkında halkın vereceği karar kaldı. Şimdi artık gözümün önünden çekil” diyor. Yaşlı adam merdivenlerden inmekte iken de general Nurettin balkona çıkıyor ve oradaki güruha “ona haddini bildirin” diyor.Piskopos’un generalin makamına teslim edilişi 20 fransız askerinin eşliğinde bir jest olarak yapılmış. Kendilerine verilen emir kesinlikle hiçbir şeye karışmamaları şeklinde. Oradaki güruh Fransız askerlerin gözü önünde Piskoposun gözlerini çıkartıyor, burnunu ve kulaklarını kesiyor. Vücudunu parçalara ayırarak linç ediyor. Fransız devriyeler bu vahşet karşısında öfkeden titriyorlar ve müdahale etmek istiyorlar, ancak Fransız subay kendisine verilen emir muvacehesinde kendi askerlerini silah çekerek dizginliyor ve müdahale etmelerine engel oluyor’’ .

‘Kayıp Cennet: Smyrna 1922: İslam’ın Hoşgörü Şehri’nin Yıkımı’ adlı kitabın yazarı Tarihçi Giles Milton Linç olayına tanık olan, ancak komutanlarından müdahale etmemeleri yönünde kesin emir alan Fransız askerlerine göre, Chrysostomos’a ne olduğunu  şöyle anlatıyor: “Kalabalık Metropolitan Chrysostom’u ele geçirdi ve onu taşıdı… biraz daha ileride, İsmail adında bir İtalyan kuaförün önünde… durdular ve Metropolitan beyaz bir kuaförün tulumuna geçirildi. Onu yumruk ve sopalarla dövmeye ve yüzüne tükürmeye başladılar. Onu bıçaklarla delik deşik ettiler. Sakalını kopardılar, gözlerini oydular, burnunu ve kulaklarını kestiler.”(Kayıp Cennet: Smyrna 1922: İslam’ın Hoşgörü Şehri’nin Yıkımı kitaptan)

Nurettin Paşa’nın bu hareketi aynı zamanda bir işaret fişeği gibiydi. Bizim daha sonraki yıllarda İstanbul’da da 6-7 Eylül 1955 yılında tekrarlanmasıyla şahit olacağımız yağma, gasp, tecavüz katliamlar başladı. Mustafa kemal ve askerleri Osmanlı’nın 1453 yılında ele geçirdiği Konstantinopolis’te yaptığı gibi askerlerine, yandaşlarına, Türklere yağma, gasp, tecavüz ve adam öldürmeyi serbest bıraktığını görüyoruz. Bu konu da bizim yazarlarımız çok ketum ve taraflı davrandığı için İzmir’de olup bitenleri yine misyonerlerin anlatımıyla öğrenebiliyoruz. “Amerikalı bir misyonerin eşi olan  Anna Birge kendi evine taarruz edilişini ve yağmalanışını dehşet içinde izlemiş. Ondan sonra Türkler (onun anlattığına göre) en dehşet verici yağma, tecavüz ve öldürmelerine başlamışlar. Kalabalık güruhlar dükkanlara dalıyorlar ve tamtakır bırakıncaya kadar yağmalıyorlar. Amerikan Kız okulunun öğretmenleri okulun önünde caddede askerlerin sivilleri öldürdüğünü, evlere girdiklerini, aileleri öldürüp sokağa attıklarını görmüşler. ’’  O gün sona erdiğinde sokakların cesetler ile dolduğunu da izlenimlerin sonuna ekliyor. “Birkaç saat içinde bir İngiliz evine sığınmış bulunan yirmi kadına oradan çıkarılarak tecavüz ediliyor. Bir Amerikalının mezarı açılıyor, ceset çıkartılıp parçalanıyor. Türkler sistematik olarak insanları evlerinden çıkartıp, kızlara tecavüz edip, adamları öldürmeye başlıyorlar. Bunun üzerine hayatta kalan bütün Yunanlı ve Ermeniler sanki içgüdüsel olarak rıhtıma doğru seyrediyor, birer sığınmacı haline geliyorlar. Binlercesi limanın kıyısında yığılıyor. Yüzlercesi suya düşüp veya atlayıp yüzüyorlar, ama kurtuluşa değil. Çünkü savaş gemilerinin aldıkları hoşgörüsüz tarafsızlık ilkesi gereği hiç kimse gemilere alınmıyor.’’ ⁹ Cesetlerin mezarlarından çıkartılıp işkence edilmesi de size tanıdık geliyor mu.? Daha yakın tarih de benzer saldırıları yaşadık ve halada yaşamaya devam ediyoruz. Elbette çıkarları için susan uluslararası misyonerlere de yabancı değiliz. Ermeni soykırımından günümüze kadar hala devam ediyor bu oyun, işte en son Kürtlere yapılanlar ortada ve yine benzer şekilde çıkarları için susan uluslararası kamuoyu, hatta bazen de çıkarları için bu saldırılara ortak olmaktanda geri durmuyorlar.

Smyrna yangını başlatılıyor

Smyrna yangınında ortak kanılardan bir tanesi yangın Ermenilerin oturduğu mahallerden başlatılıyor ve eşgüdümlü sekilde birçok bölge de aynı zamanda başlatılıyor. İlk alevler ayın 13’ünden itibaren başlıyor Amerikan Kız Kolejinin Müdürü Miss Minnie Mills. çıkartılan yangını çöyle  anlatıyor; “Öğle yemeğinden hemen sonra okulun hemen yakınında yangın başladı ve hızla yayıldı. Bir Türk subayının bir eve elinde benzin veya petrol tenekesiyle girmesinden hemen sonra birkaç dakika içinde evin alevler içinde kalışını kendi gözlerimle gördüm. Okulumuzun kızları ve öğretmenleri de normal asker üniformalı, hatta bazıları da subay üniformalı Türklerin elerindeki ucunda halı bulunan uzun sopaları sıvı bulunan tenekelere batırdıktan sonra evlere girişlerini ve evlerin tutuşmasını kendi gözleriyle bizzat gördüler. Yangın okulumuzun hemen önündeki caddenin karşısında bulunan evde (ermeni mahallesi) başlatılmıştı ve caddede bulunan sıradan her üçüncü veya beşinci ev tutuşturuldu. Bölge Türk mahallesinin uzağındaydı ve rüzgar (çok hızlı esmese de) Türk tarafından Hıristiyan mahallelerine doğru esmekteydi. Sanki rüzgarın uygun hali kollanıp beklenmiş gibiydi.’’ ¹⁰

Yakın Doğu Yardım Organizasyonu Direktörü Mr. Jacquith “Sahildeki binalara da petrol atan Türkler görmüş. Kızılhaç teşkilatından bir binbaşı Davis de yangın güzergahındaki evlere ve caddelere dıştan petrol serpilişini görmüş. Mrs Birge ellerinde teneke bulunan Türklerin evlere girdiğini ve hemen sonra evlerin tutuştuğunu gözleriyle görmüş.

Hapse atılanlar arasında işgalcilerle ilişkisi bulunduğu iddiasıyla Türklerin kara listesinde bulunan Socrates Onasis isimli İzmirli bir tüccar bulunuyordu. Socrates’in kardeşi Alexander alenen idam edilmiş, kız kardeşi ise içine doldurulan 500 kişiyle birlikte ateşe verilen bir kilisede yok olmuştu. Sokrates ise o sırada henüz on altı yaşında olan enerjik oğlu Aristotle’ın gayretleri sayesinde kurtuldu. Söylendiğine göre Aristotle bir Türk generali ve Amerikan başkonsolusu ile onlara o sırada çok kıt bulunan viskilerden bol miktarda temin etme karşılığında babasının özgürlüğünü satın almakta etkili olmuştu.’’ ¹¹

Görgü tanıkları anlatmaya devam ediyor “Akşam üstüne kadar hafif malzemeden yapılma binlerce ev kül olmuş, yangın şiddetini arttıran rüzgar sayesinde sahile doğru kaçmakta olan on binlerce sığınmacıyı da denize doğru arkalarından kovalamıştı. Herşeyin üstünde yanan ceset kokusu sinmişti. Gece yarısında da sahilin cephesindeki sırada bulunan tüm evler hepsi birden alev aldı. Kalabalıklar suyun kıyısına doğru sığmaya ve sığınmaya çalışırken King George V isimli savaş gemisinin kaptanı Bertram Thesinger hayal edilebilecek en korkunç çığlığı duyduğunu söylüyor. O sırada hala Toronto Star gazetesinin muhabiri olan Ernest Hemingway bunu şöyle yazar. “Biz limandaydık ve onlar da hepsi rıhtımdaydılar ve gece yarısı çığlık atmaya başladılar. Iron Duke isimli gemiyle İzmir’e gelmiş olan Daily Mail muhabiri Ward Price ise şöyle yazdı. “Denizin yüzeyi yanan bakır gibi parlamaktaydı. Yirmi ayrı volkanın fışkıran alevlerinin dilleri burularak yüz fit yukarıya yükselmekteydi. Yunan kiliselerinin kuleleri, camilerin kubbeleri ve evlerin düz çatıları bir alev perdesinin gerisindeki silüet olarak seçilmekteydi.

Sahile yığılmış olan binlerce Rum ve Ermeni’nin oluşturduğu kalabalık şimdi o kadar sıkışmıştı ki bir adam öldüğünde ayakta kalmaya devam etmekteydi. Hala canlı olanlar için çok aykırı bir işaret denizden esintiyle gelen müzik sesiydi. Rutinin dışına çıkmama kararlılığındaki İngiliz donanmasının bayrak gemisinin güvertesindeki bando hafif akşam yemeği parçalarını çalmaya devam etmekte idi.’’¹²

İzmir yangını ya da daha doğru telaffuz etmek gerekirse 1922 yılında yaşanan pogroma ilişkin görgü tanıklarının daha sayfalar dolusu anlatımları mevcut ama bu yazımızı aşacak bir durum arz ettiği için yeterlidir diye düşünüyorum. Şimdi uzunca alıntılayacağım olduğum bölüm aslında soykırımların, pogromların, katliam ve tehcirlerin gerçek nedenini ortaya koyuyor. İzmir pogromunda Amerika’nın bütün gerçekliği gördüğü halde nasıl büyük bir ihanet içerisine girdiğini de bir kere daha bu uzun alıntı sayesinde görmüş oluyoruz

Amerika’nın Büyük İhaneti

“Edward Hale Bierstadt’a göre bu suç inkar edilemez biçimde Türklerin mesuliyetindedir. Bierstadt ABD Acil Durum Komitesi yetkili genel sekreteri, olarak yangından sonra kongreden bu konuyla ilgili bir sığınma yasası geçirmiş, The Great Betrayal (Büyük İhanet) isimli bir de kitap yazmıştı. Kitapta yazdıkları Amerikan Devlet Bakanlığını öyle şoke etmişti ki içindekileri yalanlatmak için Washington’un Yakın Doğu masası şefi Allen Dulles ile temasa geçti. İncelemesi sonucunda kitapta yer alan aşağıdaki bölümde anlatılanlar üzerinde Dulles de herhangi bir yanlış veya mübalağa bulamadı ;

“Gerçeklerin kendileri bize neyi gösteriyor?. Yangın Ermeni mahallesinin güney kenarı boyunca dört noktada birden hemen hemen ayni anda başlamıştır. Bölgede hakim olan rüzgarın (imbat) yönü güney batıdan güney doğu istikametinde olup bir saat muntazamlığıyla öğleyin veya saat ikiden gün batımına kadar sürmektedir. Bu bilindiğinden, yangının başladığı noktada öğleyin başlatılacak bir yangının kendi mahallelerini tamamen kül edeceğini, kentin en fakir bölgeleri olan Musevilere ve Türklere ait mahallelere ise hiç dokunmayacağını Rum ve Ermeniler zaten bilebilirlerdi. Rumlar ve Ermeniler böyle bir durumda ileride bir gün geri dönebilmeyi umdukları kendi mahallelerini niye yaksınlar?. Türklerin ise bunu yapmakta bir nedenleri var. Dört gündür kentte sürmekte olan yağma, tecavüz ve katliamların izlerini tamamen yok etmek. Ve dahası, onlara göre Hıristiyanlığın Anadolu’da bulunan bu merkezinin silinmesi, kılıç ve ateşle yok edilip bitirilmesi gerekmektedir. Öyle de yapılmıştır. Smyrna’yı kimin ve neden dolayı yaktığında en ufak bir şüphe yoktur ve hiç olmamıştır. Bütün deliller Türklerin sorumluluğuna işaret etmektedir”.

Çok sayıdaki görgü şahidinin ifadelerine, ve eldeki onca kanıta rağmen ABD hükümet yetkilileri nezdinde Türklerin suçlanması konusunda bilinçli bir isteksizlik mevcuttu. Resmi çevrelerde basında yer alan bilgilerin “aşırı mübalağalı” olarak görüldüğü ve minimize edilmek üzere aşırı bir gayretkeşliğin yaşandığı görüldü. Edward Bierstadt’a göre bunun nedeni Türkiye ile olan devasa ticari menfaatler idi. Kuşkusuz o sırada Standard Oil, American Tobacco ve Chester Concession şirketlerinin Türkiyede çok büyük girişimleri ve yatırımları söz konusu idi. Ama bir başka neden daha vardı. Savaşın başından beri ülkeler Yunanistan ve Türkiye taraftarları olarak ikiye bölünmüştü. İstanbul’daki güleryüzlü Amerikan yüksek komiseri Amiral Mark L. Bristol ayni zamanda bölgedeki Amerikan deniz kuvvetlerinin de komutanı idi. Amiral Bristol, Mustafa Kemal henüz Smyrna’ya bile gelmeden bahriyeli bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle demişti; “Bence Yunanlıların dünyanın bu bölgesinde herhangi bir şeye sahip olmalarına izin vermek bir felaket olur. Yunanlılar yakın doğu bölgesindeki en kötü kavim.” Tabii bu düşüncede birisi olarak Amerikan Deniz Kuvvetleri komutanına yazdığı telgrafta şöyle diyordu; “Anadolu’dan geri çekilirken hep kendi köylerini yaktıkları göz önünde bulundurulursa Hıristiyanların Smyrna’yı da kendilerinin yakmış olmaları kuvvetle muhtemeldir” diyor ve “Basında yer alan mübalağalı ve endişe verici yazıları dengelemek üzere hadiselerin resmi muhasebesini veren bir karşı açıklamanın bir an önce yapılmasını” tavsiye ediyordu. O güne kadar bu konu hakkında sükunet telkin eden ve aşırı ifadelerde bulunulmamasını isteyen Amerikan hükümeti Bristol’un telgrafını (22 Eylül) aldıktan sonra epey rahatlamış olmalıdır. Amiralin yazısından ilhamla ABD hükümetinin konuya ilişkin yaptığı resmi açıklamada şöyle denilmektedir.

Smyrna’nın Milliyetçiler tarafından işgalinden bu güne kadar vuku bulan tüm hadiseler sırasında olaylara bizzat tanık olan Amerikan subaylarının anlatımlarına göre; kentteki cinayetler bireyler ya da küçük maganda veya asker guruplarınca işlenmiş münferit olaylar niteliğindedir. Katliam niteliğinde kitle cinayetleri olmamıştır. Yangın esnasında limandaki teknelere binme girişimleri sırasında veyahut da rıhtım duvarından denize düşerek boğulanlar olmuştur ancak sayıları azdır. Yangından kaçan çok sayıdaki insanın limanda toplanması üzerine bu kalabalık Türk askerleri tarafından koruma altına alınmış, ancak isteyenlerin limandan ayrılmaları askerler tarafından asla engellenmemiştir. Yangın, cinayet, ve kaza sonucu ölümlerin sayısını tahmin etmek imkansızdır, ancak toplam sayı muhtemelen iki bini geçmez.

İngiliz Yargıç Kundaklamanın Türkler tarafından gerçekleştirildiğini söyledi

1924 yılında açılan bir dava sonucu eldeki delilleri inceleyen İngiliz yargıcın ulaştığı sonuç ise buna göre çok farklıdır. Smyrna’daki yangın sigortalarının çoğu İngilizlerin elinde idi, ancak sigorta poliçeleri düşmanlık ve savaş gibi durumları kapsamamaktaydı. O yüzden Guardian Assurance Company bu maddeye dayanarak American Tobacco şirketinin yanan malları için açtığı 600bin dolarlık sigorta tazminatını ödemedi. Çok sayıdaki görgü tanıkları mahkemeye tanıklık yaptılar. Kraliyet deniz kuvvetlerinden bir binbaşı, İngiltere Başkonsolosu Sir Harry Lamb, tecavüz edilen bir hanımefendi, İzmir İtfaiye Ekibi üyeleri, hepsinin müttefik oldukları bir konu vardı. Yangınlar Türkler tarafından ve kundaklama sonucu çıkarılmıştı. Yargıç kararını hiç tereddütsüz verdi ve suçun Türklerde olduğunu açıkladı. (Kaynak: Lords of the Golden Horn – The Fire of Smyrna)’’ ¹³

İzmir Yangını için Falih Rıfkı Atay : Ordu komutanı Nureddin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu da söyleyenler çoktu

Yazımı bitirirken de Türk tarafının İzmir pogromuna ilişkin sessizliğini ve Mustafa Kemal’in Nurettin Paşa öfkesinin altındaki yatan nedenleri sorgulayan tarihçi Ayşe Hür “Bunun cevabı belki de Falih Rıfkı’nın şu satırlarında gizlidir’’ diyerek korkakça da olsa Falih Rıfkı Atay’ın 1922 yılında Türkler tarafından gerçekleştirilen pogromun itirafını da gözler önüne seriyor.

Tarihçi Ayşe Hür’ün aktardığına göre Falih Rıfkı Atay  “Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte o zamanki ordu komutanı Nureddin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu da söyleyenler çoktu. Atatürk’ün Nureddin Paşa’yı eskiden beri sevmediği Nutuk’unda görünür. (…) Kibirli, dar kafalı, zulüm ve ceberut düşkünü bir kimse idi. Bu yüzden bir zamanlar Millet Meclisi kendini harp divanına verip mahkûm bile ettirmek istemişti. (…) Nureddin Paşa’nın biri İzmir’de, biri İzmit’te tertip ettiği iki linçin hikâyesi gene o vakitler, bizi ikrah içinde bırakmıştır (iğrendirmiştir). Bunlardan biri İzmir metropoliti Meletyos [Hrisostomos], öteki de Peyam-ı Sabah yazarı Ali Kemal’dir. Bildiklerimin doğrusunu yazmaya karar verdiğim için o zamanki notlarımdan bir sayfayı buraya aktarmak istiyorum: Yağmacılar da ateşin büyümesine yardım ettiler. En çok esef ettiğim şeylerden biri, bir fotoğrafçı dükkânını yağmaya giden subay, bütün taarruz harpleri boyunca çekmiş olduğu filmleri otelde bıraktığı için, bu tarihi vesikaların yanıp gitmesi olmuştur. İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbi’nde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuru tahripçilik hissinden başka bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan ve yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harp daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir’i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi gelecek miydi? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmeyeceğini sanıyorum. Nureddin Paşa, ta Afyon’dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affedilmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi.”diyordu. (Falih Rıfkı, Çankaya, s. 324-325.)¹⁴