Barış İçin Aktivite
Barış I Eirini I Peace I Aşiti

Geçmiş ve günümüzle yüzleşmek – Yannis Vasilis YAYLALI

0 148

24-09-2011 – Arşiv 

Mahellemiz ve kimliğimiz talan edilir..

Benim bugünkü  yürüyüşümü belirleyen iki büyük olgu var. Birincisinin izini bugün tüm bu yaşadığımız coğrafya olumsuz anlamda yaşamaktadır.

I.

Bin sekiz yüzlerin ortasından itibaren Osmanlının çözülme sürecidir ve bu dönemle beraber başlayan ulusal uyanma süreçleridir. Bu uyanma ulusallaşma sürecine çeşitli halklar çeşitli düzeylerde tepki verdi. bizim halkımızın da kürt ve ermeni halkInın da bu süreçte dergi-gazete, dernek ve partileşerek bu süreci kendileri için olumlu karşıladılar. Bu süreçten başlayıp günümüze kadar yürüyüşünü devam ettirebilen ve sömürgeleşme karşıtı yürüyüşü günümüze kadar devam ettiren güçler de oldu. birde birde her şeyin değiştiğini ölümlerle karşılayıp dilsiz bırakılmış halklarda mevcut…

Bu ikinci söylediğim halk gerçekliğine sahip bizim yaşadığımız Karadeniz, kapütalisyonlar ve çeşitli yaptırımlar sonucu Osmanlı burada kendi egemenliği altındaki halklara (meşrutiyet dönemi) kimi haklar tanıdı. Bu halkımızı müthiş etkilemişti, ve nelerin geleceğinden habersiz Karadeniz düğün/bayram yeri olmuştu. Bu konuda yalnız değildiler komşuları olan türk ve ermeni kardeşleri’de aynı sevince ortak olunmuştu. Varlıklı olanlar bu dönemi şölenlerle karşıladı, düğünler-davetler düzenlendi. başlarına başımıza nelerin geleceğinden habersiz seviniyorlardı.

Hiçbir şey bekledikleri gibi olmadı, ittihatcı ve kasapları (Teşkilat-ı Mahsusa(1) ve Topal Osman(2)) unutulmayacak fakat bu coğrafyanın daha önce de tanık olduğu, daha sonra da tanık olduğu sonu gelmeyen kanlı sürek avları başladı. Ölümler ölümleri, korkular korkuları besledi. Osmanlının gömlek olarak daraltılmış genç ve soven tekçi ve halkların karşıtlığından kendini tekleştirmeyi önüne koymuş bir kadro yapısı ve ittifaklarıyla tümden bir saldırıyı hepimize hakim kıldılar.

Burada yaşayan tüm farklılıklara uygulanan yöntemler bizim geçmişimize de uygulandı. Önce öyle saldırdılar ki ölülerimiz(3) ya derelere rengini verdi yada vucutları meyvenin olması gereken dallarda sallandırıldı. Ya da orta yerine koydurulan darağaçları aylarca kuruyan bedenleri ibret olsun diye sallandırıldı. Bunun karşısında durmaya çalışan türk komşuları bile bazen karşılaşıyor ve aynı sonuca tabii olabiliyorlardı.

Kadınlarımız, kız kardeşlerimiz öyle şeylere maruz kaldılar ki artık sokağa cıkamaz duruma geldiler. Topal Osman ve sürüleri dört bir yana salınmış utancımızı bile elimizden almaya çalışmışlar.

Önce bu uygulamanın kendini bilmez tarafından yapıldığını düşünmüşler ve yargı ve şikayet yoluna gitmişler işte tüm gerçeği o zaman görmüşler ki o zamanın kaymakamı da valisi de karadenizde bir çok şeyi ortaklaşarak yapmaktan çekinmiyorlar. Tüm bu yıkıma göğüs geremeyenler geceleri kimseye görünmeden kaçmaya çalışmışlar, kimseye yakalanmadan kaçanlar şanslılarımızdandı, yakalananların malı mülkü dagıtılıyor şanslı iseler kadınları cocukları tecavüze uğramıyordu….

Sonra zaten zorunlu göçe yani sürgüne(4) tabi tutuldu halkımız diğer bir çokları gibi ve aslına bakarsanınz tüm bu ölüm ve kandan sonra itiraz edecek durumları da kalmamıştı. Bir de toplanma yerlerine giderken saldırılar kırımlar soygunlar ve şeytan dereleri olmasaydı.

Mübadele yılları karşılıklı egemenler anlaşmış bir mal mülkmüşüz gibi sayı üzerinden pazarlıklarımız bittikten sonra buradan halkımızın büyük kısmı Yunanistana ve Yunanistan da yaşayan Türkler de buraya yerleştirildiler, ne giden kardeşlerimiz* orada buradaki sılayı düşünmeden bir geceleri geçti ne de buraya gelen yunan göçmeni türk kardeşlerimizin işin en korkuncu yeni gelenleri her iki kesimde çok benimsemedi. İnanılmayacak şeylere maruz kaldılar hem burada hem gittikleri yerlerde.

Gidemeyen ve “sılası gurbet” olan insanlarımız uzun süre gizli gizli kimliklerini yaşamayı denediler. Fark edilenler öyle ezalar gördü ki yavaş yavaş artık asimilasyonu kabullenmek zorunda kaldılar. Artık inanç ve kimlik aktarımını taşımayı redettiler.

Kim tahmin edebilirdi öyle aileler çıkıyordu ki kendini kanıtlamak istercesine kendini yok eden kimliğin soven histerisine kendini kaptırmıştı.

Benim kendi ailem işte bu noktaya gelen ailelerdendi. Bize koca kurmaca yalan bir hayat propagandası yaptılar. Biz türktük ve dedemizin babası sözde kurtuluş savaşında ölmüştü daha kötüsü biz öyle bir türk olmuştuk ki herkesten çok kendimize küfür ediyor tüm haklarını koruyanlara kızarıncaya bozarıncaya kadar hakaretler yağdırıyorduk

Kendimi bu süreçlerden ayrı tutmuyorum, bugün bile görsem cocukluk arkadaşım vardır sürekli değişimime vurgu yapmak için sen sonradan değiştin “sen Kürtleri hiç sevmezdin” derdi. Bugünün duruşuyla o güne döndüğümde gerçektende nasıl bir devşirilme zihniyetidir diye düşünmeden etmem çok zor, bu defa o günki düşünce yapımı red ediyorum öyle bir şey olmamıştır o günleri unutmak istesemde kendi gerçeğimi görmeden onunla hesaplaşmadan yol alınamıyacağını da çok iyi öğrendim.

II.

İkincisi

Bana esaretimin içinde özgürlüğüm sunulacaktı

Talan edilmişken mahallem, sürdüler bedenimi yeni talan mevsimlerine

Yukarıdaki anlatımların ışığında adeta kürt halkına karşı yürütülen savaşlara mermi silah, top niyetine hazırlanıyor cephelere ölümlere sürülü yaşıyorduk. Bunun için yaşadığım yer öyle uygun hale getirilmişti ki Bafra(5) kendi geçmişiyle adeta ters yüz edilmiş ve savaşı halklar düşmanlığı yapmada sayılı bir yer haline gelmişti
Bugün artık dünün tersine Bafra da Türklüğün, bayrağın ve ordunun dışında her şey bize düşmandı adeta herkes herkes ile bu konuda yarışıyordu yok edilmiş bir geçmişimizin üzerinde yapılıyordu tüm bunlar, bende genel bu havanın dışında kendimi o dönemde hiç görmedim. rollerimize kendimizi öyle kaptırmıştık ki bize dur diyen bir geçmişin hiçbir izi de oratalıkta yoktu, yine yine ölüler ölüleri soven histeri soven histeriyi besledi. İlk ölümleri anlatımlarımdan hatırlıyor olmanız lazım ilk ölümler ve korkular bizi buraya taşımıştı ikinci kez yaşanan ölümler ise bizim nasıl devşirildiğimizi adeta sınama ve meydana koşmak içinde tabi ölüm meydanlarına, bu tekrarlar öyle çoğaldı ki ölümler ölümleri sovenizm sovenizmi iyiden iyiye perçinleşti her şey, geçmiş-gelecek diye bir şey yoktu her yer, her şey kan, bizde onu besleyen birer ucubeye dönüşmüştük. Ben, herkes bir bahene ararken adeta gönüllü gittiğimi anımsıyorum şübeye, sorulan ilk soruya tabii ki komando olacağım benim neyim eksik demiştim. Böylece askere orduya ve savaşla ilk ilişkim kurulmuş oluyordu. Bu yanılgının daha sonra farkına vardım. Doğustan itibaren annelerimiz, babalarımız, coğu öğretmenlerimiz dini hocalarımız, kız arkadaşlarımız, kız kardeşlerimiz, bizi bu kutsal kan için hazırladıklarını fark edecektim. Fakat bunları anlayacak olgunlukta değildim, beni bir çok ölümler sürgün edilen insanlar yakılan köyler talan edilen bağ bahçeler bekliyordu.

Yaşadığım her şey yavaş yavaş beni bulunduğum kosulları sorgulamaya götürüyordu. Her şey bitmiş değildi, ordu aslında bize öğretilen mana da kapitalizme kirli savaş yöntemiyle egemenlerin kendisini yürütme çarkına “iyi adam olduruyordu” dışarıda tüm kullandığımız yöntemlere rağmen biraz insan kalmışlarsa eğer burada kullandıkları bir çok kişiliksizleştirme yöntemleriyle bunu da söküp almış oluyorlar, orada en büyük öğrenilen şey onurunu insan hay ve hasiyetini kapının önüne koyma, eşiklere bağlama, yani nasıl vicdansız bir makine olmayı öğreniyorsun ve hayatın boyunca bu derse sadık kalmayı işte tüm bunları öğrendiğinde sen iyi bir adam olmuş oluyorsun. büyüklerinin, sevdiklerinin, hocalarının, öğretmenlerinin amcalarının, dayılarının gözünde. Benim bügunden baktığımda en çok kullanılan ordu içinde de dışında da kullandıkları en büyük yöntem yine bizi kullanarak bizi yönetme, ordu da gidenler bilir devrecilik vardır ve bunun işleyişi bir önce gelen bir sonra gelenden üstündür ve sonra gelene her türlü şeyi yaptırabilir, subay-astsubay daha geride durur onlara işleyişi gösterir olmadığında nelerin olacağını gösterir ve devreden çıkarak nasıl bir birlerine zulum yaparak birbirlerini körleştirdiklerini izler, bunun anlatımları çok ve bilindik olduğu için üzerinde çok fazla durmayı düşünmüyorum ve devam ediyorum

Acemilik askeri sürecin sonuna gelirken dağıtım yaklaşıyor, biz de bir an önce buradan kurtulmak için dört gözle bekliyorduk, bize yapılanı hala genel değerlendirmeyip sizin için mi geldik biz savaşa geldik orada ki birkaç kişinin kişisel tutumları diye algılıyorduk, doğu ve Kıbrıs askerleri ayrılıyordu, seçimin ne olduğu sorulduğunda hiç düşünmeden Kürt illerini işaret ettim. Sonra Tayyip in dediği gibi acemi-kalfa-ustalık dönemi diyor ya bizde şimdi ustalığa gidiyorduk. Onlar işkence, kişiliksizleştirme, yok sayma makineleşmenin insan üzerine uygulatmasında ustalışıyorlardı, ben ise günden güne günden güne yağ ile beslenen ölüm makinesine dönüşüyordum. Usta birliğinde artık iyiden iyiye kürt halkı karşıtı propaganda azıya alınmış, her dillerinden çıkan şey bizim bilincimizde küfüre dönüşüyordu. Bir yandan bu olurken diğer yandanda dediğim kişiliksizleştirmenin başka boyutu ile karşıkarşıya kalıyordum biz yeni gelmiştik ve bizden önce gelenler bizden itiat bekliyordu o kadar kaba uygulamalar vardı ki (kendi çamaşırlarını yıkatma, emir eri gibi arkasında dolanma vs)
Belki buna ince ayar verilmiş olsa bu sistem içinde kendimi var edebilirdim ve karşıcı olmazdım fakat kışlada kaldığım sürede neredeyse bu yüzden her gün tartışmalı geçiyordu. Ben artık dayanamayıp, geçmişte nasıl ki halkım saldırılara dayanamayıp mülki amirlerden yardım isteyip karşılığında saldırıyı kimlerin yaptıgını görme fırsatı yakalamıssa bende şikayeti ettiğimde astsubayın sen arkadaşını nasıl şikayet edersin deyip orada beni tokatlaması sistemde bir bütünlük duygusu yarattı bende bunlar geçici ve bütünlüğü yakalayamadan dagılıp giden şeylerdi. ”ana kuzusu değil askerdik” yani bütünlüklü bir arayış olduğunda sistem sorunu kendi içinde aramaya itecek mekanizmalar üretmişti.

Hafızam beni yanıltmıyorsa bir gün yemek yiyorduk, yine bir yemek isteme nedeninden dolayı kavgaya tutuşduğumuz bir yaz günüydü birden çat çat diye sesler duyduk ve o an herkes kendini yere attı ve basıldığımızı anladım böylesi durumda görev bölgelerimiz vardı ben yerim yerine çatışmanın olduğu yere gittim belki bu yukarıya gitmemde etkili olur diye düşündüm, önce biraz azarladılar fakat planlarım tuttu ve biraz daha erken dağa çıkma fırsatı yakalamıştım, bütün buradakilerle uğraşmaktansa yukarıda ya öldürülürüz ya öldürürüz diye düşünüyordum. İnsan olgusuna hiç bakmadan neredeyse kurtuluşum diye yaklaştığım bir seçim haline dönüşmüştü. Dağda beni neler bekliyor, ölüm-sürgün talan edilmiş viraneye dönüşmüş bahçeler oysa beni bekliyordu.

Belki şunu yapmadığım tek bir gün bile yok tüm bunlara şahit olup elime kan bulaştıktan sonra, neden neden daha önce tüm bu olanların farkına varamadım, ben ailem halkım, kardeş halklarımız ve tüm bu uygulamalar, ve ölen onca kardeşlerimiz, nasıl olur da bunca oyunun farkına varamadım. En çok en çok durumumun bu yanı, beni yalnız bulduğunda kendimleyken bana sordurduğu en hayati sorudur, bizde bunu nasıl çözeriz bu benim göremediğim yanını nasıl deşifre edebilir yapılan tüm pislikleri daha rahat görebilmeleri için yol ve yöntem bulmak için burada değil miyiz. İleride bügün yani bunun tekil bir şey olmadığını bir çok mekanizmayı kullanarak, kirli savaş yürütücülerinin kendilerini saklayabildiklerini gördük. yöntemlerden bir tanesi direkt zaten yaşam hikayemle ifşa etmiş durumdayız.

Yalnızlık ve çokluk

”Yalnızlık ve Çokluk” duygusu bizde yer değiştirmeli diye düşünüyorum bunu çalışmalarla gerçi ileride örebiliriz” bir şeye maruz kaldığımızda bu bir tek kendimize uygulandığını düşünüyoruz, mücadele etmeyle fikir oluşturmaya geldiğinde onlar çok biz nasıl baş edebiliriz” bu söylediğimiz şey bizi mücadele etme, hesap sorma yani yürüyüşümüzü engeller bizim kendi içimize kapanmamızı bu sistemi hazırlayanları istediği sonuçları yani ya hastalıkli biri yada buna dayanamayıp intihar eden biri ya da iyice kişiliksizleşip onun bir uzantısı haline geliriz ki sistemin yapmak istediğide bu. önce her türlü değerleriyle oynarım onu bu sürece hazırlarım savaşa kirli ölümlere alet ederim, sonra da onu yalnızlaştırır işimi yürütürüm. tüm bunlar ne uğruna yapılan işler üç beş egemen asalağın rahatı bozulmasın ve bu böyle sürsün gitsin diye tüm bunları bu sonuçları kabul ediyorsak tabii ki haraket etmeyip hastalıklı yanımızın bir gün bizi iyice sıkıştırıp bir gazetenin üçüncü sayfa haberi kadar değeri olmayan ölümlerde bulalım sonumuzu ya da “bir şeye maruz kaldığımızda yalnız değiliz bu uygulama bir bütün bize yapılıyor, bunun da üstesinden ancak bir bütün bunlara maruz kalan bizler çözebiliriz” kandırıldık egolarımızla, erkek- kadın yanlarımızla, kimliklerimizle oynadınız her şeyimizi aşağıladınız beni. ben mazlumken ben ezilenlerin içindeyken, ben ben deyilken bana yaptırdıklarınızı artık kabul etmiyorum. artık benimle oynamanızı red ediyorum. benimle ne cinsiyetim, ne kimliğim ne de şişirmeye çalıştığınız sonrasında balon gibi patlattığınız egomla bile kandıramazsınız diyebilmeliyiz. tüm bunları söylerken yalnız olmadığınızı bilmelisiniz bu sizin en büyük çıkış kapınız, yalnızlaştırma hiçliğe, hastalığa, ölümlere taşırken sizi çokluk olduğunuzu bilmek kandırılırkende, savaşa ölümlere sürülürkende, sizi suça itip sizi kirlettiklerinde de bundan hesap sormaya birlikte arınmaya suç organizasyonlarını deşifre etmede ve sonlandırmada en büyük anahtarınız olacak, çoğumuz ne yaptığımızı bilmiyor bildiğimizde yada farkına vardığımızda da artık o cukurdan çıkamayacağımızı, kaderimiz o olduğunu düşünüyorduk ama kandırıldık hem de en hayati değerlerimizle bunu yaptılar bizi kirletip buruşturup bir çöp haline getirdiler, benim hesaplaşmam işte tüm bunları tekil yaşamadığımı bilmek kandırılırken de cıkışı ararkende yalnız olmadığımı kabul etme sonucu tekrar ayaklarım üzerinde durabildim. Yoksa inanın bunu yapamamış olsaydım muhtemelen bu satırları karşınızda okuyacak moral motivasyonu kendimde görmezdim.

Daha o zamanı görmeye vardı. Biz gelmeden uluderenin o köylerine hala bahçelerdeki üzümlerden kan akmıyordu, hala cocuklar koşuyorlardı kendi yapımları toplarının peşinden, genç aşıklar her şeyi göze alarak buluşuyorlardı dere boylarında, kapılar kırık, eşiklerde yanık kokusu yoktu, bugün gibi anımsıyorum zaten o yaktığımız evlerin içnde binbir duygu dolu yanık kokusu bir türlü unutamadığım ve her virane evin önünden geçerken peşimi bırakmayan, beni hep utancımı yaşadığm yere taşıyan duygudur.

Oyulmuş gözleri, kesilmiş kulakları vicdanların…

Biz gabar’dayken bir çağrı geldi, bulunduğumuz birlik acil olarak uludereye çağrılıyordu. benim parmaklarımda kanama vardı yanlız iyi yürüdüğümden beni de uludereye götürme kararı almışlardı. bir kaç gün içerisinde “kele memed”e geldik orada üç günlük arama taramalara katılmak için gelmiştik. Fakat Gabarda unutamadığım mide kramplarıyla atlattığım ölü seanslarının bir ikincisini Kele memed de yaşamamak için dua ediyordum. Bizi dağa ve ölümlere motive etmek için ayinsel bir tören gibi yaşanan, histerik gösteriler yapılıyordu. Gözümüzün önünde gerilla cesetini hem parçalayıp hem de “siz bunlardan çok göreceksiniz a…..k ….larımın her yerini parçalayın onlardan kormayın” o an nasıl arkamı dönüp midemi boşaltıgımı dakikalarca mide kramplarımı hala anımsıyorum. Bazı normal askerlerin yüzüne bakıyorum ve durumumu zayıflık olarak algılıyor ve benimle dalga geçiyorlardı, bir de boyunlarında taşıdıkları kesilmiş kulakları göstererek aşağılıyorlardı beni, “sen yoksa homoseksüel misin” “ana kuzusu senin ne işin var burada” o gün nasıl bu zayıflığı gösterdim diye için için kendimi yediğimi biliyorum bunu inkar etmeyeceğim, bugunden düne baktığımda belki beni bu insan kalmış yanım kurtardı diye düşünüyorum.

O törensel histeriyi bir daha yaşamadım sonra, belki düşmeseydim bir çok kez görecek bunu açıkca söylemek gerek yoksa çıkışı bulmak zor olacak belki diğer o gün gördüğüm o canavarsı yüzlere dönecektim, eğer düşmemiş tüm bunları yaşamamış olsaydım

Üzümlerden kan akıyor ellerime…

bir o kadar kötü olan köy bosaltmalarına katıldım ki, insan feryatlarını duymamak için bazen taşıdığım kulaklıkları hiç çıkarmazdım. hatırımda olan ve asla unutamayacağım bir köy evi ile ilgili yaşadıklarım var ki neresinden tutsan, kendimi yapılanlara karşı bu kadar yabancılaşmamı hiçbir zaman af etmeyeceğim. Bir gün bir yurtsever köyüne girmememiz söylendiği halde yiyecek almak için girmiştik. Orada yaşlı bir amcaya rasladık amaca dedik sizde badem ve bal varmış, sizden parasıyla almak istiyoruz dedik önce “ape”(amca) şaşırdı siz nasıl geldiniz de gibi baktı hoş geldiniz çocuklar dedi ve bir poşetle bal ve bir kapla da bal getirdi bizimde telaşımızı anladı çocuklar başınıza bir şey gelmesin yok yok amca acele edersek bir şey olmaz, öyle diyor fakat bir an önce de oradan gitmek istiyorduk, bir an eşikte kapı da asılı yün çorabı gördüm ape ne kadar istiyorsan vereyim çoraba “asker ağa o satılık değil benim sana hediyem olsun tamam hadi gidin gidin dedi diğer arkadaş ta aldığımız malzemelerin parasını verecekti verdiğini düşündüm daha doğrusu vermiş ama ape parayı reddetmiş korucu köyleri ne bulurlarsa satarlar para hesabını da sonuna kadar yaparlardı. yurtsever köyünde ki bu davranış kafamı karıştırmıstı ama onu düşünecek vakit yoktu oradan hızlı uzaklaştık ve kılpayı yakalanmaktan kurtulduk o gün çorapları giydim parmaklarımda sorun vardı çok iyi de geldi, ertesi gün birlik uzun zamandır köy bosaltması dayatısı varmış en sonunda bunu fiiliyata dökmek için bizi o köye yolladılar bir bölük gibiydik talimat açıktı bagı, bahçeyi, evleri bosaltıp yakılacaktı. biz aramayı yapıyor insanları koyden uzaklaştırıyor, arkada ki mangalarda bağı bahçeyi evleri ateşe veriyorlardı.

Bir tarftan bağdaki üzümleri yiyiyor bir taraftan da bağların ateşe verilmesini izliyorduk.
Ta ki acı bir çığlık duyuncaya kadar bir evin üzerinden dumanlar çıkıyor ve birileri bagrış bağrışa bir şeyler anlatmaya çalışıyor korucular bize ceviriyi tam yapmıyorlar, sonra bizi oradan uzaklaştırdılar genç bir anne ağlamaktan bembeyaz olmuş onu etrafındakiler sakinleştirmeye çalışıyorlardı. O an elimde ki üzüm düşmüş zorla çıkartılırken bir yeri yara almış birisinin kanına düşmüş o an onu görmedim tam üzümü yerden kaldırdım elime kan damladıgını görünce üzümü fırlattım attım ve oradan hızlı şekilde uzaklaştım hızlı hızlı ilerlerken ape nin evinin eşiğine varmışım kafamı çevirdiğimde bir çiftinin ayagımda olduğu çorabın diğer çiftinin yanmaktan kömürleşmiş halini gördüm. Bir an apeleri kim hangi manga çıkardı diye baktım ama bulamadım bizden önce cıkarılmış olmalılar. O an çığlık çığlığa köyün bağrışması, yanık evler, ape, dona kaldım emirle kendime geldim “koş koş öndeki evleri kontrol edin” diye komutan bağrıyordu. o gün bugün yanık kokusundan uzak durmuşumdur.

Esaretten özgürlüğe bir yürüyüş…

Kelle Memede dönecek olursak bizden önce bir çok boşaltılmış evler ise viraneye dönmüş, ya evler dağıtılmış ya da her evden yanığın keskin kokusu etrafı sarıp sarmalıyordu. Bir gün hakim tepedeyken bize koruculardan istihbarat geldi gerillalar şurada diye bizde bir takım olarak doğruluğunu görmek için söylenen yere gittik ve mevzilenme yapıldı beklendi ve gözlendi herhangi bir şeye rastlanmayınca, geri dönmemizi söylediler hava kararıyor ve yağmur başlamak üzereydi ki bir anda yağmuru bastırırcasına mermi sağanağı etrafımızı sardı sayı olarak az olduğumuzdan geri çekilme daha uygun görüldü, etrafımız kırmızı alev topu gibiydi ben de arkayı toparlıyordum ki o an çıt diye bir şey ayağımı yokladı sanki sonrasında boşlukta idim ve çarpma anını sadece hatırlıyorum sonra kendime geldiğimde aşağıda dere yatagına yakın bir yere kadar düşmüşüm ayaklarım kan içinde elim tüfeğin askısında bir an kendime geliyorum tepeden düştüğümü anlıyorum kayaya vurduğumda ise hem ayaklarımdan yaralanmışım hem de tüfek kullanılmaz duruma gelmiş, oraları uzatmayayım dere yatağından daha önce yakılan evin önünden kendimi taşırken bir an eve girip bir şey varsa üzerime giyeyim diyerek kapıdan içeri girdim eşyaları karıştırıyordum karanlıkta pek bir şey gözükmüyordu. bir an kapı gıcırdamasıyla nasıl müthiş korktugumu anlatamam bir baktım ki yağmurdan korunmak için içeriye gelmiş benim gözlerimden farklı olmayan küçük bir tekir kediye ait. Oyalanacak zaman değildi ikimizinde ödü kopmuştu ya evden çıkmak gerekiyordu.

Gerillaya yakalanmak istemiyordum. Bizim sağ yakaladıklarımızdan neler başlarına getirildiğini gördüğümden onların bana neler yapabileceğini düşünemiyordum bile o zaman ki bilincimle ya da oluşturulan bilincimle demek daha doğru, daha fazla da uzatmadan oradan kendimi hemen köyün üstünde olan kücük bir mağaraya attım çünkü kanamalardan çok da fazla ilerleyecek dermanım kalmamıştı. Yukarıya mağaraya kendimi attığım gibi kendimden geçmişim, yine hafızam beni yanıltmıyorsa 15 sene sonra sozdar olması lazım yine Uludereli zannedersem ya dinlenmek için şimdi tam bilemiyorum bulunduğum yere geliyor bana bakıyor yarı baygın ayakları kan içinde ayagında postal üzerinde gömlek sakallı birisi boylu buyunca yatıyor, sozdar dediğim koca bir gerilla sülieti değil daha çok genç bir gerilla önce silahı ile yaklaşıp beni dizlerimden sallayarak kendime gelmemi sağlıyor o arada bir an gözlerimi açıyorum ki gerilla hem kadın hem neredeyse cocuk önce uzanacak gibi elimi uzatsam yakalayacak gibi uzatıyorum ama dermensızlığımla sonuçsuz kalıyor, bana sesleniyor bir süre düşündükten sonra asker olduğuma kara veriyor asker misin cevap vermiyorum önce aşağıya kürtçe sesleniyor, o an benim için bir kırılma noktasıdır kadın gerilla ve rahattı. üzerinde silah ile donanmış bir taraftan gerçek mi rüya mı arasında giderken aşagıdan birilerin geldiğini bulanık ta olsa görüyorum her şeyde kandırıldığımız gibi dağdaki kadın konusunda da kandırılmıştık bunu görüyordum, bize binbir türlü yalan söylenmişti bu konuda yoz ilişkiler için bulunuyorlar vs vs bir kere daha yalan bir kere daha oyun yavaş yavaş anlamaya başlıyordum her şey bizi kandırmak üzerine kurulmuş bir oyundu ben de her adım atışımla bu oyunun dışına düşüyordum…

Gerillanın yanında, esaretten adım adım özgürlüğe…

İnsan geçmişiyle bakınca buna şaşırmaması elde değil, normalleşme için gerilla ve yaşantısı sana özgürlüğünü getirecek ve adeta seni rehabilite edecek, dün bunu bana söyleselerdi. ne kadar akıl yürütürsem yürüteyim bunu anlamazdım, kendime bu durumu anlatamazdım. adım adım yürüyüşümü sizi de şahit kıldım, her şey beni esir alınmış kendi kimliğine sınıfıma yabancılaşmış bireyin adım adım nasıl ileriye atılmasını izlettim, fakat hep bir şok eksikti, hiçbir zaman bütünün sağlamasını yapamıyordum. bir tuzağından kurtulsam sistemin diğer tuzağına yakalanıyordum. bu da bütünlüklü durumumu değerlendirmede hep bir şeylerin eksik kalması sağlanıyordu. Kaldığımız yerden devem edelim. Bir süre sonra yapılacak bir şey kalmadığını düşünerek tutmaları için elimi uzattım. O an ne olup bittiğiyle ilgili beynimde olmak istemezdiniz, böylesi bir kaosu fırtınayı size anlatamam orada olsanız anlayabileceğiniz bir kaos, nasıl bir ölüm beni bekliyordu ve neden elimi alırken herhangi bir şey olumsuz anlamda gelişmemişti ve ne zaman işkence edeceklerdi. Ölüm artık sanki kıyısında gezdiğim bir okyanus gibi. Dalgasını öyle biranda vuracak ki yutup boğacak içinde… aşağıya indiğimde yemek yiyorlardı, kısa boylu dik duruşlu orta yaşlarda olan birlik sorumlusu yaklaştı bana ve iyi göremediği için iyice yakınıma kadar girdi. Kalp atışlarımın kontrolsuzca atışını duyacak diye öyle utandım ki, normal olan atmaması gerekirmiş, sakin olmak gerekiyormuş, yukarıda ordudayken böyle derlerdi. Bir şey itiraf etmek gerekirse hep korktum fakat bunu hep saklamak durumundaydım. düşünsenize onlara göre düzenlendiğimizi hiçbir jestimiz kalmıyor insana dair, derinlerimizde insan parlıyor ve dışarıya dışarıya çıkmak istiyor, belki onların en çokta korktuğu budur insan düşünen, sorgulayan, itaat etmeyen başkaldıran, bunun için bulduğu her koşulda insanın içinde ki o yanı cüceleştirmek için hiçbir zaman boş durmuyor, benim de yukarıda ki tavrım belki üste duyarsızlaşan ibrahime bir şeyleri göstermeye çalışan, parlayan ve dışarı çıkmak isteyen insan yanımdır. Sonrasında Cenevre savaş sözleşmesinin tutsak alınma ile ilgili bölümleri hatırlatıldı ve bana herhangi bir zarar verilmeyeceği anlatıldı. yine dürüst olmak gerekirse o an bana bunları anlatan kişiyi dinlediğim söylenemez, o komutan konuşuyor bize giydirilen gömleğin cevirisiyle dönüşüyordu her şey yani ne zaman ne zaman öldürülecektim. dahasıda var bunu biz çok rahat yaptığımızda karşıtımızın hakkı olarakta görüyorum. Fakat benim önümde gerilla ölülerine zarar bile verdiklerinde dayanamazken bana yapıldığında ne olacaktı, hep aynı şey seni yine sisteme seni bağlıyordu. Sistemin sende ki ego karşılığı ya başım dik çıkamazsam, ordu da söylendiği gibi “kız gibi ağlamaya başlarsam” şu konuda hakkını vermek gerekiyor mevcut sistemin dersine iyi çalışmış, eğer sen kendi içinde bir boşluk yaratmasan o tüm boşluklara iyi sızmış ve doldurmuş nereden nefes almak için tünel çalışması yapsan ona varıyorsun. Bir bütünü değerlendirmek açısından düşmek aynı zamanda onun sana ulaşma bağlantını da kesiyordu. yani artık bir sonraki aydınlığıma yaptığım tunel çalışmasında artık yol alabilecek içimde boğulan insanı kurtarabilecektim.

Ölü bir gerilla cenazesinde sınanma;

Asıl bölge sorumlusunun yanına gidip konuştuğumuzda, güneye şimdiki haliyle kuzey ıraka geçirileceğim söylendi. bunun için hazırlıklar yapılırken belki de beni en fazla etkileyen olay gerçekleşti. Benim 2+2=4 eder gibi kafamda net olan şey biz nasıl davranıyorsak onlara, onlar da bize aynı davranacak Türkçesi her türlü pisliği bekler durumdayım. Bu yaşadığım olay kendime dönüşüm için vurduğum en büyük darbeydi. Bizi güneye geçecek birlik hazırlanırken bir de orada bir çok kişinin başında olduğu bir hazırlığı fark ettim biraz daha dikkatli bakınca bir gerilla cenazesi olduğunu anladım. işte buldun belanı dedim sana şimdi yapmayacakları kalmayacak, şimdi yerimiydi diye düşündüm, orduda ve yukarıda olsaydım ilk günlerde böyle bir şeyi beklerken şimdi böyle bir şey istiyordum. Bir beni bırakanları düşünüyorum bu düşündüğümden dolayı da bana söylemeyeceklerini bırakmazlardı, neyse devam ettiğimizde ben gerilla cenazesi ve gerillalarla beraber günlerce beraber yol aldık ve inanın bana bir mimik ne bileyim bir surat yapılsın ya da en kötüsü olamaz fakat gel küfür et, oysa hiçbiri olmadı, o an içimde bir şeylerin kırıldığını fark ettim. bu nasıl oluyordu. ”Ordu-millet, bayrak” hiç kopmayacak hiç kırılmayacak olduğunu sandığım her yerimize neredeyse kazınan düşünceler artık ona dokundukça karton gibi her yerinden yırtılmaya başlamıştı. bu kaçıncı kandırılmazdı bunun sayısı kalmamıştı, daha önceden bunu başarabiliyordu ve bütüne gitmeye kalmadan bizi başka bir labirentimize sokup kaybediyorduk değerlendirmemizi, artık araya giremeyececek kadar uzağıma düşmüştü yer yer ayak sesleri, bağrışlarını duyuyor bazen de irkiliyor fakat yavaş yavaş esaretimin bana kendi elleriyle sunduğu özgürlüğüme korkarak, şaşırarak ta olsa bakınıyor bu duygunun beni nasıl sarmaladığına şaşırıyorum. benzer bir çok hikaye biriktirdim yukarıda aslında ve her biri beni yaşayan nefes alan ve duyuları olan insan olmaya götürdü bir makine olmaktan çıkardı. Bunun çok kolay olduğunu söyleyemem kendinizle hesaplaşma hele bir de bir sürü labirentli bir oyunun içindeyseniz kolay değil fakat sonuçlandığında ilk defa rüzgarı fark eden bir çocuk gibi ve amed de yaşayıp ta hiç deniz görmemiş bir çocuğun karadenizi gördüğünde ki o doyumu düşünün işte böyle bir büyük duygunun sahibi oluyorsunuz.

İnanın bana diyeceğim fakat siz zaten buradaki arkadaşların bir çoğu sistemin bu uygulamalarının çoktandır farkında olduğunu biliyorum, birde bunun belgelenmesi ve bu gerçeğin geçmişimde olduğu gibi farkında olmayan o yüzden de hala resmioloji dediğim ama kendileri olmayan ve insanlarımızı bir bataklık gibi içine çeken bir hastalığın pençesinde amansızca çırpınan büyük bir çoğunluk var, bu anlamda belki bu söylediklerimi onlara ulaştırabiliriz diye de söylüyorum. Özgürlüğün, kendi iradenin elinde ne demek olduğunu kendilerinden çalınan değerin ekmek gibi su gibi vazgeçilmez olduğunu anlatabilirsek ve nelere alet olduklarını gösterebilsek o zaman yukarıda söylediğim şeyi tekrarlayacağım. inanın bana, bize özgür, eşitçe, kardeşçe ve savaşsız yaşamın mümkün olduğunu gösterebiliriz tüm bu coğrafyaya. Mesala bu bir öneridir altını umarım doldurmakta olanaklı olur ve bu beni müthiş etkiler, bir de bu forumun benzerini karadenizde örgütleyebilsek, oradaki insanlarımızı da katabilsek düşünün ne etkileyici olurdu. Benim tüm bu anlatımlarım özünde şunu gösterebilmek içindi, sıradan ne ailesinde var olan sistem karşıtı biri var ne çevresinde bunu görebilecek imkanı bir de üstelik devşirilmiş bir halk gerçekliği olsun, böyle bir bireye sistemin ulaşabileceği alanı kestiğimizde kendisi özgürlüğüne nefessiz koşarak gidiyor. Bizim bu alanı örmemiz gerekiyor yapabildiğim kadarıyla 15 senedir bu anlamda çalışmalara katılıyorum, o dediğim mekanizmayı oluşturabileceğimize inancım tam olduğu için, şunu kabul ediyorum militarizm ve genelinde yaşlı ölüm kokan kapitalist sistem erkeği, kadını, sevgiliyi, kardeşi, ögretmeni, hocayı kendi düşürme yöntemleri için sınırsızca kullanıyor etki alanı da küçümsenecek gibi değil üstelikte konu ezilenlere-emekçilere tüm farklılıklara karşı olunca hiç te dağınık olmayan örgütlü çalışmaları mevcut. Bizde onlarda olmayan fakat bizde mevcut olan gelecek düşüncemiz var ve bu yaşamı daha kapitalist sistemin içinde örmeye başlayacak milyonlarca genç eller var, ellerinde ki devasa gücün farkında değiller, kapitalizm kendi ölü kokusunu saklamak için her gün türlü oyunları uyguluyor, nasıl lanetli bir ölü kokusu olduğu ve burun direklerimizi nasıl titrettiğini görüyoruz işte kimsenin bu kokuyu duyduktan sonra buna tahammül edebilecegini düşünmüyorum, yeter ki insanlarımızın duyularına ulaşıp bu kokuyu almalarını sağlayalım. Bunun için aslında başından beri dağınık olan devrimcilerin, sosyalistlerin. antimilitaristlerin, vicdani redcilerin, feministlerin sayamadığım tüm varoluşu sistem karşıtı olanların bir an önce ortak düşmana karşı ortak dostluğun çatısını oluşturmak zorunluluğu var onlar bize saldırırken yekpare saldırıyorlar, üzerimizden asalakça geçinirken, vergileri ile bizi boğarken, savaşlarda canımızı alırken hep ortak haraket ediyorlar, belki ağır kaçabilir bazıları yine ilkeler ilkeler diye tutturacağınıda biliyorum ama üzümün çöpü-armutun sapı derken her gün insanlarımız bizim olmayan ve olmayacak savaşlarda ölüyor buna son vermek sivil katliamları durdurmak ve hala sıcağı sıcağına savaşın parçası olmayacağım diyen insanlar hala hapishanelerde işkence görüyorlarken dağınıklık bize değil inanın düşmana kazandırıyor, birbirimizi asimile etmeyecek ve ortak sesin hakim olabileceği adını söylemiyorum bir şeyler oluşturulmalı diye düşünüyorum…

Birde hep şu sorulur bana her fırsatta nasıl dönüşümünü yaptın, ben dönüşümümü sistemin bana uzak düşmesini sağlayanlara borçluyum, bir çelişki yaşayıp bunu sorguladığımda sonuna kadar bunu yapabilmem için var olan sistemin beni labirentlerinde kaybetmemesi gerekiyordu. Sadece bu gerekiyordu esaretliğimde bana bunu verenlere bügün minnettarım. bizim de çok şey değil sadece insanlarımızın düşünmesini kesintisiz yapabileceği zemin için uğraşmamız yeterli o zaman her şey yoluna girecektir..

Notlar
1)”Titiz soykırım araştırmacısı Vahakn N. Dadrian, Belge Yayınlarınca yayımlanan, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller/1 kitabında, genel olarak soykırımı tartışarak, Ermeni soykırımında Partinin, Askeri ve sivil otoritelerin, Teşkilat-ı Mahsusa’nın, doktorların suçlarını ve tüm bunların suç ortaklarını belgelemiş, bu sorumluların askeri ve Divan-ı Harbi Örfi Mahkemeleri’nde görülen davalarından örnekler de vererek, Ermeni soykırımına ilişkin zengin belgeler sunmuştu.”

Dadrian, bu kitabın ardından yayınlanan Türk Kaynaklarında Ermeni Soykırımı/2 adlı çalışmasında ise, Osmanlı belgelerinden hareketle, refleks halini alan inkara karşın, eski sivil ve askeri memurların itiraflarından (savaş zamanı Heyeti Vükela üyelerinin itirafları, tarihçi, siyaset yazarı ve diğer yazarların itirafları, ordu kumandanları ve diğer muvazzaf ve İhtiyat Zabitan, Osmanlı Meclis-i Mebusan üyeleri ve üst düzey üç İttihatçının -Enver, Talat, Cemal- itirafları), diğer belgelerden (Nain-Andonian) ve yazışmalardan yola çıkarak soykırımı belgeler. Belgeleme ile birlikte Türk-Ermeni ihtilafına dair Rus generali Mayevski’nin raporunun Türk yazarlar tarafından çarpıtılmasını örneklemesinin yanında, Türklerin, Ermeni soykırımının inkarındaki anahtar unsurlar olan saptırma ve yalanlama üzerine de ayrıntılı bir incelemeye de tanık oluruz.” (sait çetinoğlu)

2)”Topal Osman denilen Katil, 1844 Giresun doğumludur. Rus savaşında bir ayağından yaralanmasından dolayı namı Topal olarak kalmıştır. Savaş sonrası Girsuna dönen Topal Osman , özellikle çevresinde topladığı kanun kaçaklarını ve eşkiyalar ile bir milis kuvveti kurmuştur. Bölgedeki Rumlar ve Ermeniler karşısında sürek avı başlatan, Teşkilatı mahsusa nın katillerinden Topal Osman milis kuvveti ile birlikte katliamdan katliama imza atmıştır. Korkularından müslüman olan fakat ana dillerini konuşan Rumların Din değiştirmelerini umursamaması Rumların servetlerini ele geçirmek istemesinden ileri gelen bir durumdur. Din değiştirmeleri veya Rumların Türkçe konuşması dahi servetlerinden dolayı bu çete tarafından katledilmeleri için yeterli bir sebep olması Topal Osmanın insanlıktan nasibini almamış bir suç makinası olduğunun ispatı olarak görülmelidir.”

” Falih Rıfkı’ya göre Topal Osman basılan her Türk evine karşı üç Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkencelerle bölgeyi Rumlardan tamamen temizlemişti. Dr. Rıza Nur, Topal Osman’a “Rum köylerinde taş üstünde taş bırakma” demiş, o da “Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum” karşılığını vermişti. Rıza Nur’un “Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler’ demesi üzerine “Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim” diyecekti.“
Ayşe Hür, Taraf gazetesi 14 Mart 2010 (alıntı: Erdoğan yıldız)

3) Pontus Merkez Birliğinin 1922 yılında Atina da hesapladığı istatistiklere göre 1914 ile 1922 arası Pontos Jenosidinde toplam 303.238 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunlardan 232.556 kişi birinci dünya savası esnasında yani 1914 ile 1918 arasında katledilmişlerdi. Ağustosta Yunan cephesinin çökmesinden 1924 baharına kadar ise çoğunluğu çocuk ve kadınların oluşturduğu 50.000 kişi daha katledilir. Bunlara mübadele sırasında yaşanan insan kayıpları dahil değildir. Mübadele işlemleri sırasında Türkiye’deki toplama kamplarında hayatını kaybedenlerin sayısı 200 bin olarak tahmin edilmektedir. G. Valavanis ise Pontos’un insan kaybının 1924 yılına kadar 353.000 olduğunu açıklamaktadır

4) ”Pontos yukarıda örneklenen vahşetin ötesinde bir uygulamaya maruz kalır: Sürgün. Bölge halkının maruz kaldığı durumları Yorgo Andreadis söyle ifade eder: “Bütün Karadeniz kıyısı, Harsiotis [Harşit] suyunun batısında kalan alan tamamen boşaltıldı. Çeteler, kendi deyişleriyle, intikam almak için Hıristiyan köylerine dalıyorlardı. Çaresiz halkın mallarını yağmalıyor, onları ürkütüp kaçırmak için evleri ateşe veriyorlardı. Direnmeğe kalkışan ise derhal öldürülüyordu. 1916 yazı çok sıcak geçti” sözleriyle çatışmaları, yağmaları ve sürgünleri özetlemektedir” (Sait Çetinoğlu)
“Berlin’e gönderilmek üzere hazırlanmış bir metinde Avusturya Dışişleri Bakanlığı Sürgünlere ilişkin şunları ifade etmektedir: Türklerin politikası devlete karşı tehlike olarak gördükleri Yunanlıları genelleşmiş bir kovulma hareketi ile bütünüyle ortadan kaldırmak ki daha önce Ermenilere karşı da aynı politikayı uygulamıştı. Türkler nüfusu hiç bir ayırıma bakmaksızın ve hayatta kalmalarına hiç bir olanak vermeksizin başka alanlara göçertme taktiği altında, yani sahillerden iç alanlara doğru, onları insanlık dışı ve sefil koşullar altında açlığa terk ederek ölüme terk ediyorlar. Boşaltılan evler ise çeteciler

Boşaltılan evler ise çeteciler tarafından ele geçirildikten sonra yağmalanıp yakılıp yıkılıyor. Ermenilerin kovulmaları sırasında alınan bütün tedbirler Pontos Rumlarına karşı da aynen uygulanmaktadır.” (Sait Çetinoğlu)
“Ankara 12 haziran 1921 de bütün Karadeniz mıntıkasını savaş bölgesi ilan ederek bölgedeki Pontos’luların sürgününe karar verir. Kırsal bölgeler zaten daha önce boşaltılmış, köyler yakılmıştır. Bu kararın ardından, 16 Haziran’da İcra Vekilleri Heyeti Samsun’a bir Yunan çıkarması ihtimalinin arttığı gerekçesiyle 16-50 yaş arasında eli silah tutan Rumların bölge dışına sevklerini kararlaştırılır. Kararın alınmasıyla birlikte Samsun, Bafra ve Alaçam şehirlerindeki 15 ile 50 yaş arasındaki erkeklerin tutuklanmasına başlandı. Ertesi gün, ilk göçmen kafilesi iç bölgelere gitmek için Samsun’dan yola çıkarıldı. Kafile ilk durak yeri olan Kavak’ta Türk kaynaklarına göre Rum çetelerinin, Rum kaynaklarına göre Türk Muhafızlarının ateşine maruz kaldı ve pek çok insan öldü. Haziran ayı içerisinde yapılan sevklerde de benzer olaylar meydan geldi. Böyle olayları meydana getirenler, daha çok muhafızların tutumundan da istifade eden Türk Çeteleriydi. Bunların başında da Topal Osman Çetesi ile Tokat yöresindeki Şaki Ali Çetesi vardır. Olayın tepki çekmesi karşısında 25 Haziran tarihli Dahiliye Vekaletinden gelen yazıda Karadeniz şeridindeki Rumların sürgününün Ordu’nun güvenliği için alınmış bir tedbir olduğu, tehcir olmadığı belirtilmektedir. Ayrıca 15-50 yaş arasındakilerin dışında ve bilhassa kadın ve çocukların sürgününün katiyen doğru olmayacağı vurgulanan yazıda, Rumların mal ve gayr-i menkullerine tecavüz, çapul ve gayr-i meşru hareketler de uygun görülmemektedir.”
“Erkeklerin şevki üzerine, yalnız kalacak olan çocuk ve kadınların ırz ve namuslarının korunmasına fevkalade itina gösterilmesini isteyen Dahiliye Vekaleti, bu hususlarda suistimali görülecek bütün memurların cezalandırılması, saldırılara meydan verilmemesi verilen emirlere aykırı hareket edenlerin derhal azlini ve haklarında Kanuni işlem yapılmasını ister. Ancak Uygulamaların öyle olmadığını Dönemin Sağlı Bakanı Rıza Nur’dan öğreniyoruz. Kemalistlerin Sağlık Bakanı ve Lozan’daki temsilcisi olan Rıza Nur Hatırat’ında, Topal Osman’la aralarında geçen bir konuşmayı aktarır: “Ağa, Pontusu iyi temizle! dedim. «Temizliyorum dedi. Rum köyle­rinde taş taş üstünde bırakma. dedim. «Öyle yapıyorum ama, kiliseleri ve iyi binaları lâzım olur diye saklıyorum»dedi. Onları da yık, hattâ taşlarım uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler.» dedim. Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim. dedi. Topal Osman yeni bir Köroğlu’dur.”(sait cetinoğlu)

* Yorgo Andreadis, Karadeniz kökenli Rum yazar. Türkiye hayranı. Barış ödülü alan Yorgo’yu ‘Tehlikeli’ diye Türkiye’ye sokmuyorlar. Türk aydınlar, yasağa karşı imza kampanyası başlattı

5) 1893 yılı Osmanlı nüfus sayımına göre Bafra’da yaşayan kişi sayısı 62.782 kişidir. Bunların büyük çoğunluğu (%62) yani 38.936 kişi Türklerden oluşmaktadır. Bafra’daki Rum nüfusu ise 22.834 kişidir (%36). Günümüzde Rum nüfusu tamamen Yunanistan’a göç etmiş olup onların yerine Yunanistan’daki (Batı Trakya hariç) Müslüman halk yerleştirilmiştir. Göç eden Müslüman halkın çoğu Türk olup Pomak bir azınlık da ilçede mevcuttur. Pomakların köylerde yaşayan bir kısmı halen kültürlerini sürdürmektedirler. Ayrıca Balkan Savaşları (1912) sonrası Kosova’dan gelen Arnavut göçmenlerden büyük bir nüfus Bafra çevresine yerleştirilmiştir. Arnavutça çoğu Arnavut tarafından unutulmuş olup sadece yaşlılar arasında köylerde konuşulmaktadır. http://tr.wikipedia.org/wiki/Bafra

…….

KAYNAK:SAVAS KARSITLARI SİTESİ